Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Cazip ve müzikal bir dil



Toplam oy: 937
Peter Carey
Ayrıntı Yayınları
Carey'in zengin hayal gücüyle tatlandırılmış sürükleyici bir eseri olan Parrot ile Olivier Amerika’da, okuru 1830'ların kaba, vahşi ve karışık Amerika'sında sürükleyici bir maceraya çıkarıyor.

Peter Carey’in Gözyaşının Kimyası ve True History of The Kelly Gang (Kelly Gang’in Gerçek Hikayesi) romanlarından yola çıkarak söylenebilir ki, bir Carey romanı bitmek tükenmek bilmeyen bir hayal gücü, canlı betimlemeler ve cesur bir anlatı demektir; en azından beklenti hep böyledir... Carey’in Parrot ile Olivier Amerika’da isimli on birinci romanı da bu beklentileri karşılıyor. Kısmen, Democracy in America (Amerika’da Demokrasi) ve Eski Rejim ve Devrim gibi yapıtlarıyla ünlü 19. yüzyıl Fransız siyaset felsefecisi Tocqueville’in hayatından esinlenen eser, biri Fransız öteki İngiliz iki kahramanı eski dünyadaki yurtlarından alıp 19. yüzyıl New York’unda bir araya getiriyor.

 

Fransız kahramanımız Olivier, 1805’te Norman soylularından müteşekkil bir ailede hayata gözlerini açar. Tıpkı Tocqueville’inki gibi, Olivier’in de büyükbabası Robespierre’in giyotin orkestrasının tiz bir notasıyla hayatını kaybetmiştir: “Hiç şüphem yoktu ki, ben daha dünyaya gelmeden önce acı ve yıkıcı bir şey olmuştu ama ebeveynlerim kont ve kontes bunun ne olduğunu bana söylemeyeceklerdi.” (Normandiya’dan söz açılmışken, Fransız Devrim Savaşları’nda donanma subaylarının aristokratlardan oluşmasından mütevellit, sahil kentlerinin çoğunun monarşist tarafta olduğunu hatırlatmak isteriz. bkz. Eric Hobsbawm, Devrim Çağı.) Karanlık günler geçiren aile, Avrupa’nın karşı devrimci güçlerinin Fransa’da Bourbon’ları yeniden başa getirdiği restorasyon dönemiyle kendini bir nebze toparlasa da, 1830’daki Temmuz Devrimi’nin ardından anayasal monarşiye geçişle aile için su yeniden bulanıklaşır. Genç bir hukukçu olan Olivier, kendini “modern bir liberal” olarak tanımlamasa da, soylu kökleri sebebiyle vatanından uzaklaşmak ve ceza sistemlerini incelemek üzere Amerika’ya gitmeye karar verir.

 

Havuç renkli saçlarından ötürü “Parrot” (yani “Papağan”) diye anılan kahramanımız ise, İngiltere-Devon’da, babasının yanında matbaacılık yapmaktadır. Ebeveyninin kalpazanlık iddiasıyla tutuklanmasının ardından Parrot’ın yolu savaşta tek kolunu kaybetmiş ve Devrim Fransa’sının ekonomisini baltalamak için Fransa’ya sahte para nakliyatı yapmakla uğraşan bir Fransız soylusuyla, sürgündeki Marquis de Tilbot’la kesişir. Bir gemiye atlayıp kaçan ikiliden Tilbot, Rio’da gemiden atlarken; Parrot’ı Avustralya’ya yol almak üzere kendi kaderine terk eder. Yıllar sonra Avustralya’ya gidecek olan Tilbot, Parrot’ı karanlık işlerinde ajan olarak kullanmak üzere Paris’e getirir. Bu vesileyle Parrot, de Garmont ailesinin yanında hizmete girer ve oğulları Olivier’ye eşlik etmek üzere Havre’ın (Tocqueville’in bindiği geminin de adı aynıdır) güvertesine çıkarak onunla birlikte Amerika’ya yelken açar.

 

Gemiye adım atmalarıyla birlikte iki adamın ilişkileri çetrefilli bir gelişim gösterir. Bir yandan Olivier, Parrot’tan casusluk yaptığı hususunda haklı olarak şüphelenirken; Parrot ise, Olivier’nin uşağı olma pozisyonuna içerlemektedir. Fakat bu hoşnutsuzluk zamanla gelgitli bir arkadaşlığa dönüşür; üstelik, değişen yalnızca ilişkileri olmayacaktır. Teoride liberal, pratikte elitist olan Olivier’nin aksine, uşağı, geçmişiyle determinist bir ilişkiyle sosyalisttir. Kendini, “Kralların değil Newton’ın yasalarına tabi”  bir adam olarak tanımlayan Parrot, yeni bir dünyaya giden fakat ona erişemeyen bir adamın sancılarını çekmektedir: “Mum ışığında Thomas Paine’i okurken, günde 18 saat uşaklık yaptım.” Bu bağlamda Amerika zamanla Parrot için özgürlük arayışının para arayışından ayırt edilemediği bir portre halini alırken, Olivier de henüz gemideyken Amerikan demokrasisinin pratikteki gerçekliğiyle kendi kafasındaki teorik liberalizmin yarattığı çelişkiyle tanışacak, New York Bankası’nın başındaki Bay Peek tarafından “demokratı oynaması” ve Parrot’ı güvertenin altına göndererek Yankee hassasiyetlerini zedelememesi hususunda uyarılacak, sonraysa annesine şöyle yazacaktır: “Demokrasinin ağırlığı başlarımıza çöktüğünde, ağırlığı altında kırılmaması için karşısında eğilmek hakkımızda en iyisi olacaktır.”

 

Dickensvari sahneler...

 

Romanla ilgili altını çizmemiz gereken husus, her ne kadar Parrot ve Olivier’ye eşit yer ayrılsa da, anlatının Parrot’ın paradigmasından yana ağır basması. Öyle ki, Carey romana her şeyi Parrot’ın kaleme alıp bastırdığını iddia eden ufak bir epilog bile eklemiş. Bu “hâkimiyete” en çok da üslupta rastlıyoruz. Parrot’ın dili hayat ve enerji doluyken, Olivier’inki çoğu zaman okuyucunun kulağına yapay gelebiliyor. Elbette de Garmont’un dili, tarihi inandırıcılık gerekçesiyle bir 19. yüzyıl aristokratına uygun olmalıydı. Fakat bir aristokratın attığı her adım ve aldığı her nefesi Shakespeareyen denebilecek ağdalı bir dille ifade etmesi, zaman zaman absürt bir üsluba yol açmış. Bunun yanı sıra, karakterlerin dillerindeki zıtlığın sebebi de, onların bu merkezi konumlarını kuvvetlendirmek... Parrot sağduyulu, canlı ve dürüsttür; Olivier teoride, Parrot ise pratikte tecrübelidir. Olivier kendi sınıfının, Parrot ise dünyanın gerçekliğidir. Olivier yolun başında, Parrot ise sonundadır. Bu bağlamda şunu söyleyebiliriz: Bir romanın karakterizasyon sürecindeki en çetrefilli imtihanlarından biri de, “banal” karakterleri sıkıcı olmayan bir şekilde kaleme almaktır. Haliyle Carey, her ne kadar Olivier’nin gözlerinden ilgi çekici bir hayat yaratmakta çok başarısız olmadıysa da, okuyucunun kendisini hikayede Parrot’ın olduğu bölümlere gelmeyi beklerken bulması kaçınılmaz.

 

Parrot’tan bahsetmişken, yazarın bu karakteri ele alışının Dickens ekolünde olduğunu belirtmeliyiz. Birçok Dickensvari sahne mevcut; üstelik birçok yazarın Dickens’ın cansız bir yeniden üretimini yaptığı düşünülürse, Carey’in bu bağlamda okuyucuya sırıtmayan, orijinal ve cesur bir atmosfer sunduğunu söyleyebiliriz.

 

Anlatıdaki birtakım aksaklıklarına rağmen, Carey’in zengin hayal gücüyle tatlandırılmış beş yüz sayfalık sürükleyici bir eser olan Parrot ile Olivier Amerika’da, okuyucuyu 1830’ların kaba, vahşi ve karışık Amerika’sında sürükleyici bir maceraya çıkarıyor. Parrot’ta Charles Dickens, Olivier’de Tocqueville’i bulabileceğiniz anlatıda, dönemin Avrupa ve Amerika’sını -cazip ve müzikal bir dille- keşfe çıkma fırsatı buluyoruz.




 

 


 

 

* Görsel: Selçuk Ören

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.