Bin Bir Gece Masalları’ndan, Faustus efsanesinden, Yunan mitolojisinden, Romeo ve Julliet’ten, Babil Kulesi’nden, Dante’den, Eski Ahit hikâyelerinden bir pastiş olsun. Ama oryantalist de olsun. Çuvaldızı Batı uygarlığına, iğneyi Doğu kültürüne batırsın. İslam sana söylüyorum, katolikler siz anlayın desin. Mantık ile mistisizm atışırken, hedonistler eğlensin. İçinden grotesk canavarlar, bu dünyaya ait olmayan mahluklar, gizemli yabancılar, çocuk yiyenler, uğursuz hazineler, kötücül ruhlar çıksın. Masumlar kaybeden olsun. Canlar feda edilsin. Ruhlar da bedenler de satılığa çıksın. Dinsizin hakkından imansız gelsin. Haremağalarından, ana kuzusu halifelere, sakallı bilgelerden naif oğlan çocuklarına, ilahi güçlerden yeraltı iblislerine erkekliği anlatsın, bir iktidar hikayesi olarak. Korkarak okuyalım, dehşete düşelim. Gülelim. Bir aşk hikâyesi anlatsın. Ne kurtarılacak prenses olsun, ne beyaz atlı prens. Onun yerine prenses, kendi zalimine varsın. Sonu mutlu olmasın.
Sofralar kursun, saraylar ve kuleler inşa etsin, kervanlar düzsün. Gökteki yıldızlardan, yerdeki yemyeşil otlar ve mavi nehirlere iz süren seyahatname olsun. Mezarlıkta mola verip yol soralım. Yerin karanlık bağırsaklarındaki ateşten saraylarda konaklayalım. Cehenneme kadar yolumuz var. Üstelik bu cehennem, Borges’e göre ilk hakiki kötücül cehennem. Bilgiyi, etiği, dini ve ölümlü insanın bu kavramlar karşısındaki zaaflarını sorgulasın. Merakın günah işleteceğini göstersin. En büyük günahın iktidar hırsı, en büyük felaketin itaat olduğunu da. Kıssadan hisse çıkaralım. Elde var sıfır olsun.
Bir kitap düşünün, çağlara ve coğrafyalara yayılacak gotik edebiyat alt türünün ilk örneklerinden olsun. Ve sanki bilirmiş gibi yaratacağı etkiyi, türün sonradan klişe olacak değişmezlerinin sıkı bir parodisi olmayı da başarsın. Horace Walpole’un Otranto Şatosu, Ann Radcliffe’in Udolpho’nun Esrarı gibi kültleşsin, yazarına “tek kitaplık deha” rozeti takılsın.
Çevirilerden oluşan Babil Kulesi gibi
Bu “tek kitaplık deha” yazar, William Beckford, edebiyat haritasında Gotik edebiyatın öncüleri arasında sayılan kült kitabı ise 1786’da yayımlanan Vathek. Beckford kitabı Fransızca yazıyor, İngilizceye çevriliyor ve Beckford’un adı kullanılmadan, sanki Arapça orijinalinden çevrilmiş bir Arap Masalı olarak okura sunuluyor. Beckford çeviriye müdahale etmesine izin verilmeyince sinirinden derhal Fransızcasını bastırıyor. Türkçede de farklı çevirileri yayımlanan, başkahramanından aldığı ad Vathek’i çevrildiği dillerde koruyan kitabı, Alakarga yeni bir adla yayımlamayı seçmiş: Halife Vasık’ın Öyküsü. Bu seçim ne kafama yattı, ne içime sindi. Yeniden çevrildi diye bir romanın adının değiştirilmesini anti-kanonik buluyorum. İlk çeviride orijinalinden farklı bir ad verilse bile, kanımca kanon içinde galat-ı meşhur olarak kabul edilmelidir artık. Olur da söz konusu kitap bir eleştiri yazısında ya da bir akademik makalede referans olacaksa, karışıklığa yol açmadan tek isimle anılabilmeli. Vathek’in Halife Vasık’a çevrilmesi, yeni okur arayışları içinde oto-oryantalizm tuzağına düşüldüğünü hissettirdi bana. Tarihten bir kişiliğin adı olan Halife Vasık, Beckford’un incelikle yarttığı gotik büyüyü daha kitabın kapağını açmadan yıkıyor. Bir ad değişikliği, Borges’in Babil Kitaplığı’na seçtiği romanı, Batı edebiyatına ait bir roman kahramanını kanondan siliveriyor.
Mirasyedi bir gezgin, sanat koleksiyoneri, gotik malikane sahibi William Beckford, parayla gelen bütün aşırılıklara, ekzantrikliğe, skandallara bulaşmış. Viktoryenlerin iki yüzlü ahlakçılığı ve Romantik dönemin yüceltilen masumiyet erdemleri arasına sıkışmış akıl çağının otoriteyi ve dogmaları sorgular ama umursamaz. Bugün yaşasaydı, gezgin instagramcılardandı, bir B sınıfı korku filmi senaryosu yazmış, ucundan müteahhitliğe bulaşmış bir zengin çocuğu olarak çağa pekala ayak uydururdu.
Kötücül kahraman
Vathek/Vasık, Gotik edebiyatın kötücül kahraman prototipine uymanın ötesinde derinliği olan bir karakter. Beckford, Vathek’i bir sultan da yapabilirdi ama bir halife olarak düşünmüş, hikayeyi dini bir bağlama oturtmuş. Vathek, kendini ibadete adayacağına, dünyevi zevklerin peşinden koşan, son derece hedonist bir halife. Öyle ki duyuların her birine ayrı bir saray yaptırmış. En kıymetlisi ise, Babil Kulesi’ne benzeyen, Vathek’i gökyüzündeki bilinmeyene biraz daha yaklaştıran kulesi. Vathek bilinmeyeni merak ediyor, bilgiye sahip olmak istiyor ama yanıtları mistik güçlerde, gizemli gerçeküstü varlıklarda arıyor. Antik Yunanlı bir pagan kahin gibi çizilen anne karakteri ise, en az Vathek kadar aklın yolundan uzak. Beckford’un gözünde bu karakterler sadece dine değil, mantığa da ihanet ederek asıl günahı işliyorlar. Vathek, vicdan duygusundan yoksun değil ve bu duyguyu hissettiği anlar okura sahte bir umut verse de, halifemiz kolayca yoldan çıkıyor, ihtirasına tekrar tekrar yeniliyor. Kitap, cehenneme yolculuğun öyküsüdür. Basitçe Faustvari olarak sınırlandırmamalı. (Burada Marlowe’un Faust’unu referans alalım, Goethe’ninki henüz yazılmadı.) Bu arada olayları gökyüzünden izleyenler Vathek’in kendi iradesiyle doğruyu bulacağına ve günahtan son anda vazgeçeceğine inanmaktadır.
Vathek, isteklerin anında yerine gelmesini isteyen, anında tatmin peşinde koşan, devamlı her şeyin daha fazlası için aç, aç olduğu kadar da maymun iştahlı bir çocuk gibi bir karakter. Nurunihar’ın aşkı için Vathek’in rakibi Gülşenruz hikayenin diğer çocuk karakteri. Masumiyetin, saflığın simgesi. Hikayenin sonu iyiler cennete, kötüler cehenneme gider gibi bir ders ile bitse de bu yanıltıcı bir son. Vathek, kendi iradesiyle bile bile işlediği günahlar sonucu cehennemde bir varoluşa mahkum edilirken; Gülşenruz ebedi bir çocukluğa, kendi iradesiyle iyi ile kötüyü birbirinden ayırma hakkının elinden alındığı bir erkek olamama cennetine mahkum oluyor.
Cennetin ve cehennemin yeryüzünden ırak, oryantalizmin sadece efsunlu bir şark hayranlığı olduğu dönemden gelen Vathek/Vasık’ın öyküsünü yeniden okursak belki Ortadoğu’yu unuturuz bir süreliğine.
Görsel: Seda Mit
Yeni yorum gönder