1944 yılında Londra (bir başka versiyona göre St. Louis) hayvanat bahçesinde yangın çıktığı bir gerçek; ama hipopotamların tanklarında haşlandıklarına dair kesin bir bilgi yok elimizde. Hayvanat bahçesinde o kadar hipopotamın olduğu da su götürür. 1940’da Rochester Indiana’da bir sirkin yandığını, bu yangında birçok lama, zebra ve egzotik hayvanın yanında bir tane de cüce hipopotamın öldüğü kayıtlara geçmiştir. Hepsi bu.
Bu kitaba ismini veren “haşlanmış hipopotamlar” fikri ya Ginsberg’in sonradan hatırladığı gibi; Jerry Newman’ın ses kayıt cihazlarıyla yaptığı konuşma ve radyo haberleri kolajı deneylerinden kaynaklanan bir yanılsama ya da Kerouac’la Burroughs’un kafaları sahiden iyiydi bu ismi bulurken!
Elimizde gerçekten de her yönden ilginç bir kitap var. Hipopotamların tanklarında haşlanıp haşlanmadıkları bir yana, henüz kimsenin tanımadığı ama ileride ünlü birer yazar olacak; bu da yetmezmiş gibi bir de “beat” kuşağının öncülüğünü yapacak olan iki yazar adayının beraberce kaleme aldıkları bir ilk roman bu. 1944’de yazılan ama basmaya yanaşan bir yayıncı bulunamadığı, daha sonra da adı açığa çıkan roman kahramanı yayınlanmasına pek yanaşmadığı için altmış yılı aşkın bir süre sonra okurla buluşma şansı bulan bu çifte yazarlı kitap, aynı zamanda bir dönem romanı olma özelliğini de taşıyor. Erken dönem beatleri tanımak için de pekâlâ yol gösterici bu roman. Çünkü kitaptaki takma adlar, çoğu sonradan ünlenecek olan karakterleri yansıtıyor. Yazarlardan başlayalım. Romanı iki kişinin kaleme aldığını söylemiştik: Mike Ryko (Jack Kerouac) ile Will Dennison (William Burroughs). Roman kahramanlarının arasında ise Phillip Tourian (Lucien Carr), Ramsay Allen (Dave Kammerer), Janie (Kerouac’ın ilk karısı Edie Parker), James Cathcart (John Kingsland) var.
Elbette kurgu, bu kişilerin gerçek yaşamlarıyla birebir örtüşmeyebilir. Kerouac’la Burroughs yalnızca isimlerde değil, olay örgüsünde de ufak tefek değişiklikler yapmış. Mesela Lucien Carr (romandaki ismiyle Phillip Tourian) cinayeti baltayla değil, bıçakla işlemişti. Ama tüm fark bu! Cinayet gerçekten işlenmişti ve Carr cinayeti işledikten birkaç saat sonra, yani olay henüz tazeyken bunu Kerouac ve Burroughs’la paylaşmıştı. Onlar da bu cinayeti polise bildirmek yerine romanını yazmaya karar verdiler. Bu keskin karar, belki de bir edebiyat akımının (sadece edebiyat akımı da değil aslında, bir yaşam biçiminin) doğuşuna neden olmuştur belki de; kim bilir!
Her ne kadar kitap yayınlanmak için altmış yılı aşkın bir süre beklediyse de, “Beatleri doğuran cinayet” çok sıklıkla anlatılan bir öyküye dönüşmüş, dilden dile dolaşan bir efsane olmuştu. Ve beklenen oldu tabii. Henüz yayınlanmamış ve uzun süre de yayınlanamayacak olan bu ilk kitapla yazarlık kariyerlerine adım atan Kerouac ve Burroughs, cinayeti örtbas etme suçuyla tutuklandılar.
Carr’ın işlediği cinayetin önemi bu romanla da sınırlı değil. Carr’la mazbut ölü Kammerer’in öyküsünü Allen Ginsberg de günlüğünde ayrıntılı şekilde işlemişti. Allen’ın arkadaşı olan şair John Hollander’in Columbia Spectator’da yayınlanan Dostoyevskivari öyküsü de bu cinayet üzerine kurulmuştu. Aslında sadece cinayet değil, uyuşturucu, sonsuz sıkıntı ve biseksüel ilişkiler çerçevesinde gelişen bir ilişkiler ağının dokusuydu söz konusu olan. O yüzden de sıradan bir cinayet romanı değil, bir yaşam biçiminin filizlenmesi ve suçun kanıksanmasının edebi başlangıcı olarak ele alabiliriz Ve Hipopotamlar Tanklarında Haşlandılar’ı.
Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sında nasıl ki suçun işlenmiş olması başlı başına bir cezaya dönüşüyorsa, burada da suçun gündelik bir eylem olarak algılanması söz konusu. Ne cinayeti işleyen, ne de suçtan haberdar olanlar, ölen kişi (ki hepsinin de yakın arkadaşı) için en ufak bir üzüntü duymuyor. Cinayet çok sıradan bir olaymış gibi algılanıp çıkış yolu aranıyor. Aranıyor derken yoğun planlar yapıldığı sanılmasın, içerken bir iki fikir atılıyor ortaya, o kadar. Cinayet nedeninin (aslında bir neden de yok ortada) anlamsızlığından da söz etmiyor kimse. Daha doğrusu, bu nedensizlik de sorgulanmıyor. Suç ve Ceza’dan Hipopotamlara gelene kadar dünyanın 180 derece dönmüş olduğu gerçeğiyle yüzleşiyoruz bu noktada. Diğer yandan, varoluşçuluğun içe işlediği bir dönem söz konusu. Çünkü Camus’nün, o Arap’ı öldüren Mr. Mersault’undan farkı yok Lucien Carr’ın. Ayrıca Carr sadece bir roman kahramanı da değil. Olay basbayağı gerçek!
Kısacası “Ve Hipopotamlar Tanklarında Haşlandılar” yardım ve yataklık yapmayı göze aldıkları için bir kuşak yaratma şansını yakalayanların romanı. Bir dönem romanı. Gerçeğin romanı. Ama aynı zamanda da suçun sıradanlaşmasının ve duyarsızlığın erken habercisi. Kült bir başyapıt. Ya da benim farkına varamadığım daha bir sürü şey. Ya da her neyse...
Eleştiri
Eleştiri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Eleştiri Yazıları
Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.
Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.
Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.
Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.
Yeni yorum gönder