Birçoğumuz, kalabalık bir belediye otobüsünde seyahat ederken, özellikle trafiğin sıkıştığı, ne yapacağımızı bilemediğimiz anlarda, yanımızda ya da karşımızda oturan, tepemizde dikilen ya da tepesinde dikildiğimiz, haklarında hiçbir şey bilmediğimiz ‘yol arkadaşlarımızın’ o an neler düşündüklerini ya da kendi kendilerine neler söylediklerini tahmin etme oyunu oynamış, üst başlarından, dış görünüşlerinden, ellerindeki nesne ya da kulağımıza çalınan cümle parçalarından hikâyelerini sezmeye çalışmışızdır. Bu oyun bizi yol boyu oyalasa bile, otobüsten iner inmez yol arkadaşlarımızı da, hikâyelerini de unutmuşuzdur.
Aslı Tohumcu, yeni romanı Taş Uykusu’nda bir belediye otobüsündeki insanlar hakkında bize ‘içeriden’ bilgiler sunuyor. Elli dokuz kişinin iç seslerine kısacık anlarda kulak misafiri oluyoruz. Bu yanıyla elli dokuz hikâyeden oluşan bir roman sayılabilir Taş Uykusu. Otobüs yolcularının iç seslerinin yanı sıra romanın anlatıcısını da işitiyoruz arada. Doğrudan şoförün sesi değil duyduğumuz, ama onun çok yakınından, omuz başından sesleniliyor, onun ruh durumu, neler düşünüp hissettiği anlatılıyor. Yolcuların jest ve hareketlerini aktaran bir de “italik-anlatıcı” var; o da renk vermeden, “yaptı etti”, “itti çekti” benzeri cümlelerle nötr durumlar saptıyor. Bununla birlikte, sadece hareketleri değil, kişileri de tanımlıyor, “uyuklayan adam”, “cimri müteahhit”, “kitap okuyan genç” gibi. Otobüsün kalabalığında yönümüzü kaybetmememiz için küçük izler bırakıyor, çok sık olmamakla birlikte birkaç sayfa önce iç sesine kulak misafiri olduğumuz kişileri hatırlamamızı sağlıyor. Nadiren yolcuların birbirleri ya da şoförle konuşmalarını da duyabiliyoruz. Call-center çalışanı kızın halinde olduğu gibi, bazen de duyduğumuz ses, onun ne iç sesi oluyor, ne de konuşması. Kızın sesini satın alanların sesini duyuyoruz! Bütün bunlara şoförün yol boyu içinden okuduğu tabelaları da ekleyebiliriz. Hatta, yolculardan bazılarının okudukları gazete, kitap ve dinledikleri radyo ile şarkıları da.
Bunca sese art arda (hatta üst üste: kimi zaman yolcunun iç sesi ile italik-anlatıcının o yolcunun ne yapmakta olduğunu saptayan sesi üst üste de gelebiliyor) kulak vermekten söz ettiğim için Taş Uykusu’nun okuması zor bir roman olduğu düşünülmemeli. Gerek yolcuların iç seslerindeki doğallık, gerekse bize dünyasının ucundan minik bir parçası gösterilen roman kişisi hakkında sayfalar ilerledikçe başka şeyler öğrenip öğrenemeyeceğimiz sorusunun yarattığı merak duygusu romana büyük bir akıcılık kazandırıyor. İlk anda, romanın sözünü ettiğim kurgusu doğalcı bulunarak, rastgele seçilmiş birilerine yakıştırılan hikâyelerin peş peşe aktarıldığı sanılabilir. Aksine Aslı Tohumcu'nun çok zorlu bir kurgu işinin üstesinden geldiğini belirtmek gerek.
Çok ayrı dünyaları olan, farklı sınıf, yaş, cinsiyet ve kimliklerdeki elli küsur yolcunun hikâyelerinden, seslerinden oluşan bu metne armoni kazandıran onların sadece aynı otobüsün değil, aynı dünyanın yolcuları olmaları. Görünüşte farklı hayatlar sürdüğümüzü sanırken birbirine çok benzeyen sancılarımız, ağrılarımız olduğu gerçeğiyle yüzleşiyoruz Taş Uykusu’nu okurken. Hepimizin hayatlarının üzerine aynı gölge düşüyor. İnsanca yaşamamıza imkân tanımayan toplumsal ilişkiler ağı farklı görünümlerle boğazımızı sıkıyor, nefesimizi daraltıyor. Kimsenin hakkı kimseye verilmiyor. Köşeye sıkışmış vahşi hayvanlar gibi birbirimize saldırıyoruz; bir başkasının boğazına çöktüğümüzde daha rahat nefes alacağımızı sanıyoruz, ama öyle olmuyor. Giderek artan bir şiddet sarmalı içerisinde buluyoruz kendimizi. İnsan hayatı dediğimiz büyülü ve görkemli şeyin her anına, her eylemine siniyor bu durum. İnsana dair hiçbir şeyi esirgeyemiyoruz bundan. Sevişmelerimizi, bir şeyler paylaşmanın kardeşçe sevincini, düğünlerimizi derneklerimizi, yeni bir insan yavrusunun dünyaya gelişini... hiçbirini... Bunların hepsi, ucundan köşesinden ya da bütünüyle bir insanın başka bir insan üzerindeki baskısının nedeni olabildiği gibi, bunun aracı halini de alabiliyor. Hepsinin bir bedeli, piyasası, alıcısı, satıcısı var. Öyleyse hepsi için savaş mubah! Taş Uykusu bu savaşta hepimizin hem savaşçı hem mağdur olduğunu hissettiriyor. Özellikle yolcuların birbirleri hakkındaki yargıları, saptamaları, sözleri... (Onlar da bizim gibi öbür yolculara bilip bilmeden hikâyeler yakıştırıveriyorlar.)
Yolcuların bazılarının hikâyelerinde benzeşen yanlar var. Yoksulluk, sıkışmışlık, bastırılmış arzular, aile içi şiddet vb. Ama bu açık benzerliklerin ötesinde, hikâyelerdeki ortaklıkları bize duyuran kimi zaman da romanın kurgusu olabiliyor. Kimi yolcunun iç sesinden bir başkasına geçerken ortak sözcükler dikkat çekiyor. Biri, “Ne para tutabildik elimizde ne döl tutabildim” dediği yerde, öbürü, “Hay dölü kuruyasıca,” diyerek küfrediyor, ileniyor. Böylesi anlarda yolcular sanki birbirlerinin zihinlerini okuyor, karşısındakinin zihninden geçen bir sözle sürdürüyorlar kendi hikâyelerini. Telepati değil bu; aynı dertlerden mustarip olduğumuzun, benzer kaygılarla ömürlerimizi geçirdiğimizin, başta da vurguladığım gibi, aynı büyük gölgenin ışıklarımızı kestiğinin, aynı sözcükleri yineleyip durduğumuzun göstergesi. Bu gibi “geçiş” sözcüklerinin bazısını sayalım: Dert tasa, helallik, seyir, üzerine titremek, hasta etmek, anlatamamak, cinnet, patlamak, et, ağır konuşmak... Taş Uykusu’nu dikkatle okuyup, yolcuların hareketlerini, oturup kalkmalarını özenle takip edenlerin gözlerinin önüne bir belediye otobüsünün şeması rahatlıkla gelebilir. Aslı Tohumcu yolcuları büyük bir özenle yerleştirmiş otobüse. Aynı biçimde, yukarıda birkaç örneğini verdiğim, yolcuların iç sesleri arasındaki “geçiş” sözcüklerini takip ettiğimizde de, Tohumcu’yu bu romanı yazmaya iten derdin dünyanın ve hayatlarımızın ne hal aldığının haritasına ulaşmak olduğunu görürüz.
Taş Uykusu’ndaki otobüs yolcularının çeşitlilik gösterdiğini belirtmiştim. Aralarında cimri bir müteahhit de var, beş parasız insanlar da... Öte yandan, kendi içinde çeşitlilik barındırmasına karşın sonuçta Taş Uykusu’nun yolcularının önemli bir ortak özellikleri var: Bu elli küsur insanın bir araya geldiği yer bir belediye otobüsü. Bunu vurgulamamın nedeni, günümüz edebiyatında hikâyeleri anlatılan kişilerin uzunca bir süredir umumi vasıtalara binmiyor olması, başka bir deyişle, edebiyat yapıtlarında küçük bir topluluğun dertlerinin, kaygılarının sorunsal olarak ele alınması. Kuşkusuz, bir edebiyat yapıtının niteliğini o metnin içerisinde kimin ya da kimlerin hikâyesinin anlatıldığı belirlemez, ama toplumun geniş kesimlerine ilgisiz kalmak genel bir eğilim halini almışsa bu durum sadece sosyolojinin değil, edebiyatın da bir sorunudur artık. Aslı Tohumcu’nun yapıtının odağına bir belediye otobüsünü ve yolcularını yerleştirmesinin bu nedenle ayrı bir önemi var. Sadece konusu itibariyle değil ama, edebiyatın genelde uzak durduğu kesimlerin dünyasını anlatırken yeni bir kurgu, sıradışı bir üslup ve anlatım tarzı geliştirdiği için de...
Romanın karnavalesk denilebilecek son dört sayfasındaki kargaşada yolcuların iç sesleri çekiliyor, onların yerine aynı anda konuşan sayısız kişinin sözleri, çığlıkları, sızlanmaları, ilenmeleri vs sıralanıyor. Bu çarpıcı son, birdenbire telepati yeteneğimiz gelişecek olsa, kendimizi nasıl bir dünyada bulacağımızı düşündürüyor. Aslında o dünyadayız, sadece kulaklarımız, zihinlerimiz kapalı olduğu için duymuyoruz o sesleri. Edebiyatın kulaklarımızı açmaya çalışması bu nedenle de önemli.
karnavalesk kavramı neyi içeriyor?
Yeni yorum gönder