Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Cinsel politikaları anlamak ister misiniz?



Toplam oy: 1606
Ian McEwan
Yapı Kredi Yayınları
Uyarı: Bu makalede Ian McEwan’ın Bir Parmak Bal romanında yer alan önemli bir sürprize yer veriliyor. Söz konusu açıklamadan önce uyarıyla yine karşılaşacaksınız.

Erkek romancılar tarafından yazılmış, zengin hayal gücünün ürünü, muhteşem kadın kahramanlardan yana bir kıtlığımız yok (Gustave Flaubert’in Madam Bovary’sini, Henry James’in Bir Kadının Portresi’ni, Norman Rush’ın Çiftleşme’sini veya Ian McEwan’ın Kefaret’ini düşünelim mesela) ama kadın kahramanlar hakkında yazmak hakkında yazan erkek romancı örneği az.

 

Ian McEwan, şaşırtmacalı ve okuyucuyu cezbeden yeni romanı Bir Parmak Bal’da, “kadının bilincine nüfuz eden (ya da bu örnekte, bir kadının bilincine haneye tecavüzle giren) erkek yazar” gibi karmaşık bir konuyu ele alıyor.

 

İnsan henüz baştan itibaren yazarın ana karakteri Serena Frome’la ilgili bir huzursuzluk hissediyor. MI5’ta alt kademe casus olarak çalışan Serena, biraz yumuşak başlı, biraz budala, biraz yavan, bir erkek yüzünden kazara içine düştüğü ve bir başka erkek yüzünden ayrılamadığı işine olan ilgisi açısından da biraz umarsız biri. “Yaz mavisi gözleri” ve “eski moda yavruağzı- krem görüntüsüyle” romantik bağlılıkları ve güzel saçları olan bir varlık. Heyecanlı, cesur ya da karmaşık kadın kahramanlarımızdan alışık olduğumuz gibi heyecanlı, cesur ya da karmaşık değil. Sıradışı kariyerinde bile bir bağımsızlık, bir başkaldırı, bir kıvılcım unsuru eksik. Peki, kim Serena Frome, diye düşünmeden edemiyor okuyucu. Ve neden okuyoruz onun hikâyesini?

 

 

Serena duygusal yakınlık duyduğu ana karakter Tom Haley’yi, yeni yeni yükselen genç romancıyı, kendisinin casus olduğunu ve teşkilatın fon sağladığı bir vakfın parasıyla onu işe aldığını gizleyerek kandırıyor. Ancak asıl kandırmacası bir kandırmacadan çok, kadınsı bir hata, bir kaybetme korkusu, bir kaçırılan doğru an meselesi. Gençliğinde kendisi için söylediği gibi “Fethedilmeyi bekleyen, yontulmamış zevklere sahip, boş kafalı bir kız” o ve bu özelliklerini pek de aşmış görünmüyor. Kısacası insan bu karakterin kendi yaşamı ve dönemine dair bir kitap dolusu tahlili sürdürmekte biraz zayıf kalacağını hissediyor. Ancak nihayetinde anlaşılıyor ki McEwan, evirip çevirdiği, amansızca tahlil ve ifşa ettiği bu zayıflığın, bu kadın bilinci fantezisinin bir gerçeğini ortaya koymuş; tüm bunlar aslında bir erkeğe ait…

 

Tom Haley’nin kadınlar hakkındaki gizil duyguları ya da fikirleri, yazdığı hikâyelere kaçamak göz atma şansını yakaladığımızda aydınlığa kavuşuyor. Mücevherimsi karanlığı ve tematik hassasiyetiyle McEwan’ın ilk dönemiyle çarpıcı benzerlikler gösteren öyküler bunlar (bkz. yazarın 1978 tarihli öykü kitabı, Çarşaflar Arasında). Yapılan yorumların hepsi fantezinin saptırılması üstüne; bir erkeğin kafasındaki kadın anlayışının, o kadına benzeyen herhangi bir şey üstündeki korkutucu hakimiyeti üstüne; ve aşkın ürkütücü kandırmacalarıyla kendini aldatmalar üstüne rahatsızlık veren yorumlar...

 

Örneğin Haley bir mağaza vitrin mankenine delice âşık olup onu evine getiren ve onunla yattıktan sonra mankenin evdeki hizmetli kadınla girdiği hayali ilişkiyi kıskanarak onu parçalayan bir adamın öyküsünü yazıyor: “Kadının suçu Carder’ın ona pervasızca bahşettiği güçteydi. Hüsran dolu aşkın tüm vahşiliğiyle girdi onun içine, parmaklarını boğazına doladı o gelirken, ikisi de gelirken. İşi bittiğinde kadının kolları, bacakları ve kafası gövdesinden ayrılmıştı. Carder onları yatak odasının duvarına fırlattı. Her bir köşeye dağılmıştı şimdi, paramparça bir kadın gibi."

 

Okuyucu sunulan kışkırtıcı parçalar yerine hikâyenin tamamını okumak istiyor ama kapanışla yetiniyoruz. Aynı anda hem tuhaf hem moral yükselten hem de kaygılandıran bir son bu: “...çünkü o, sıradan biri olarak, muhayyilenin muhteşem gücünü kendi kendine keşfettiği halde olup bitenleri düşünmemeye çalıştı. İlişkiyi bütünüyle aklından çıkarmaya karar verdi ve kompartımanlara ayrılmış zihnin verimliliği sayesinde başarıya da ulaştı. Hermione’yi tamamen unuttu. Ve bir daha asla öyle dolu dolu yaşamadı.”

 

McEwan romanın meta-dokusunu parçaladığında ise bir aydınlanma ânı yaşıyoruz (bunun ne olduğunu bilmek istemiyorsanız, bu noktada yazıyı okumayı bırakın): Serena’nın hikâyesini baştan beri Tom Haley yazmış. Bu ifşa okuyucuya (bu tür şeylerde olduğu gibi insanı bir miktar çileden çıkarmak yerine) epey bir tatmin yaşatıyor. Nedeni ise akıl oyununun büyük bir incelikle işlenmiş olması; mükemmel ya da ideal kadının, yani akıllı ve hassas adamın o ilkel eşlikçisinin nasıl olması gerektiğine dair o ince, kırılgan fikrin bir anda odağına oturması. Baştan beri neyi okuduğumuzu görüyoruz bir anda. Diğer bir deyişle bu yumuşak başlı, hoş, neşeli, hafif bön kadın aslında bir erkeğin kadın fantezisi... Romanın o huzursuzluk ve bir miktar rahatsızlık veren esrarı çözülüyor. Serena aslında bazı açılardan, anlatılan hikâyedeki o mağaza mankeni.

 

Haley, Serena’nın yaşattığı kandırmacayı sanat olarak ortaya koymak amacıyla onun hakkında bir roman yazmaya karar verdiğinde, bir yazar olarak kadının bilincine girmesi gerektiğine de karar vermiştir: “Kendi bedenimden çıkıp seninkine girmem gerekiyordu. Tercüme edilmem, bir travesti olmam, kendimi senin eteklerine, topuklu ayakkabılarına, külotlarına sığdırıp parlak beyaz çantanı askısından asmam gerekiyordu. Omzuma asmalıydım. Sonra da senin gibi konuşmaya başlamalıydım.” Ancak bu çaba, tam da olması gerektiği üzere, yetersiz kalır; Haley’nin kendi kırılganlıkları, ümitleri ve kibriyle gölgelenir. Nihayetinde aradığı kendisidir aslında.

 

Haley’nin sözleriyle, “İşim, kendimi senin bilincinin prizmasından geçirerek yeniden yapılandırmaktı” ve bizler işte bu noktada erkek romancının arzularını hissediyoruz; kadın kahramanın neredeyse tapınmaya varan abartılı hayranlığı, erkeğin fiziksel özelliklerini durmaksızın takdir edişi, entelektüel beğenilerinin erkeğinkine küçük düşürücü derecede boyun eğişi… Meseleyi takdir edecek kadar zeki oluşu ama erkeğin entelektüel üstünlüğüne meydan okuyacak kadar zeki olmayışı… İlişkinin ilk safhalarında şöyle diyor kadın: “Spenser’ın şiirine hayrandı ama benim henüz ona hazır olduğumdan emin değildi.”

 

Erkek yazarın hassas olanı, sanatsal yatkınlığa, entelektüel derinliğe sahip olanı bile kadını, kadının kendisini göreceğinden farklı bir şekilde görüyor. McEwan’ın incelemeye yatırdığı aradaki bu uçurum gerçekten devasa ve akıllara durgunluk verici nitelikte. Ve eğer cinsel politikaları anlamayı sahiden istiyorsak, ironik blog’lar, Caitlin Moran ve sahte sosyoloji okumak yerine bunun gibi romanlardan daha çok okumalıyız.

 

McEwan’ın üstkurmaca hilesi, bastığı zemini okuyucunun ayakları altından çekişi hayli ilginç, çünkü okuyucudan romanı yeniden okumasını, yeniden düşünmesini, romanın yeniden üstünden geçmesini istiyor. İnsanın aklı şu tür satırlara geri gidiyor: “Akşamın erken saatlerinde Tom sessizce odaya girdi, yanıma uzandı ve benimle yine sevişti. Muhteşemdi.” Karakterin aslında bir erkek romancının hayalindeki kız arkadaş olduğunu, erkeğin düşü olduğunu anladığımızda capcanlı ve rahatsızlık verici bir biçimde aşkın yalanlarıyla, başkalarını zihnimizde canlandırış ve kurgulayış şekillerimizle, onlar adına onların kafasına yerleştirdiğimiz fikirlerle, erkeklerin kadınlara yönelik çoğu zaman gizli hor görüleriyle yüzleşiyoruz. Bir Parmak Bal uzun süre üstüne düşünebileceğiniz, zihninize takılıp size rahatsızlık verecek bir kitap, ama iyi anlamda. Bu noktada aklıma Serena ile Tom arasındaki bir konuşma geliyor: “…hilelerden hoşlanmadığımı, hayatın bildiğim şekliyle yeniden yaratılarak sayfalara taşınmasını sevdiğimi söyledim. O ise hilelere başvurmadan hayatın sayfalarda yeniden yaratılamayacağını ileri sürdü.”

 

Çeviren: Duygu Akın

 

Görsel: Kaan Bilaloğlu

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.