Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

ÇizgiRoman // Çantada bir çift el ve arşivde bir boşluk



Toplam oy: 769
M. K. Perker
Karakarga
Bölüm bölüm okunduğu zaman arada kaynayabilecek ama bir araya getirildiğinde muhtemelen çoğu okura aynı hissi verecek bir özelliği var kitabın; itinayla çizilmiş bir storyboard havası.

M.K. Perker’in L-Manyak’taki dizisi "Uykusuz", Amerika’da Dark House tarafından Insomnia Cafe adıyla 2009 yılında yayımlandı, şimdi aynı adla Karakarga yayınları tarafından Türkçeleştirildi.


Hikayede, nefret ettiği bir işte çalışan eski bir nadir kitap avcısıyla, yazmak istediği roman için kafede garson olarak çalışan bir karakter avcısının yolları kesişiyor ve hikaye gittikçe karararak gelişiyor. Geceleri uyumadığı için işine sürekli geç kalan, sosyal ilişkilerinde duygudaşlık kurma yeteneğinden yoksun, yapayalnız bir adamla sabaha kadar kahve sattıktan sonra iki saat uyuyup diğer (asıl) işleri için koşturabilen bir kadın arasındaki flört, iş arkadaşlığı ve çıkar ilişkisi trafiğinde gerçekleşiyor tüm olaylar.


Bölüm bölüm okunduğu zaman arada kaynayabilecek ama bir araya getirildiğinde muhtemelen çoğu okura aynı hissi verecek bir özelliği var kitabın; itinayla çizilmiş bir "storyboard" havası. Tabii, geceleri köpeklerin işgalindeki sokakların tekinsizliğini, uykusuzluğun halüsinatif gelgitlerini, gündüz insanlarının ilişkilerine adaptasyon zorluğunu ton ton renkler olmaksızın, siyah-beyaz zıtlığında ustalıkla verebilen çizgilerden bir "storyboard."

M. K. Perker’in pek çok işinde olduğu gibi, insan üç yıl sonra gösterime girecek bir filmle ilgili arka arkaya spoiler yediğini hissediyor! “Perdeden değil kağıttan izleyin,” demiş gibi. Öykü bitiyor, merak başlıyor. Perker, iyi çizer olduğu kadar iyi bir yazar aslında. Burada da hikayesini kendi yazdığı diğer çizgilerinde olduğu gibi izlemenin keyifli olacağı değişik bir fikir, kurgu, örüntü tarlası var.

 

Kişileştirilen bir mekan: Arşiv

 

Karakterler tabii ki sıra dışı ve karanlık, kendi içlerinde yelpaze gibi başka başka karakterlere de açılıyorlar. Eski bir nadir kitap uzmanı olan Peter Kolinsky, bulaştığı bir dümenin ucundan dönünce nefret ettiği bir işte çalışmaya başlamış, uykusuzlukla beraber münferit kişisel sarsıntılar yaşayan, hayatından hiç de memnun olmayan bir adam. Hikayedeki eşlikçisi Angela ise, karakterlerini yaratabilmek için Insomnia Cafe’de garson olarak çalışmaya başlayan, hedefine odaklanmış, sağlıklı ilişkiler kurabilen ve dengede durabilen bir roman yazarı. İkilinin yolları bu kafede birleşiyor ama neredeyse kişileştirilen bir mekan daha var: Arşiv.



İlişki, bir türlü uyuyamayanların ve kendi hayatlarına bile geç kalanların mekanı Insomnia Cafe ile ünlü yazarların henüz yazılmamış hikayelerinin sıralandığı rafları gizleyen Arşiv arasında geçiyor olabilir aslında. Arşiv, Angela’nın Peter’ı bin bir tembih ve tedbirle götürdüğü gizemli, büyülü, bambaşka bir dünya.

 

Tanışmaları “sarkastik” soru cevap diyaloguyla başlayan ikilinin iç dünyaları bu iki mekan oluyor. Karnını doyurmak için yola çıkıp tesadüfen keşfettiği Insomnia Cafe nasıl Peter’ın kalabalık bir sığınağa benzeyen, onu tehlikelere karşı koruyan iç dünyasının sembolü oluvermişse, Arşiv de Angela’nın mesafeli, gizemli, anlaşılması zor ama çekici kişiliğinin sembolü oluveriyor. Peter ve Angelina sırlarını açıp gerçekten tanıştıktan sonra, işler önüne geçilemez bir şekilde sarpa sarıyor.

 

Birçok sevimli, korkunç, karizmatik, sıradan figürün işin bir ucundan tutmasıyla şekillenen, iki kişilik bir hikayede yolların kesişmesi, sırdaşlık, iş arkadaşlığı, kopuş ve intikam aksiyonunda o kadar ucu ucuna makaslar var ki, bir parktaki gündüz uykusunda beliren siyahlılar “beklenmedik, yeni bir gelişme” oluyorlar. Aksiyon başlıyor, diyor insan. Tam da biterken… İşte "spoiler yeme" hissine neden olan şey bu; insanda bir “arkası yarın” beklentisine neden olan; ama atlanmış değil, sanki bilerek yaratılmış boşluklar.


 
Uyuyamama sendromu yaşayan -ama birkaç gündür uykuları kaçan değil, gerçekten uyuyamayan- insanlar, bunun bir rahatsızlık mı yoksa tercih mi olduğu konusunda kendileri de sıkça şüpheye düşerler. Sosyal ilişkilerinde yaşanan güncel problemler yüzünden uykuları kaçmaz onların, hiç uyuyamadıkları için sağlıklı sosyal ilişkiler kuramazlar. Gerçeklik ve rüyanın birbirine karıştığı anlar -anılar da-, gerçeklikle ilgili algıları da bozar. Nihayet başlayabilmiş bir uyku bile sıkıntılı bölünmelerle, dinlendirici değil, uykusuzluktan daha yorucu olur. Bir insomnia insanı, bu yüzden bir süre sonra sendromunun tadını çıkarmayı, hayallere dalıp sabahlamayı, hafızadaki tatlı bulanıklığı gerçeklikteki rüküş berraklığa tercih etmeye başlar. Tehlike genellikle onlardan kaynaklı değil, onlara yöneliktir.

 

Esas oğlan Peter’da bu nörolojik hassasiyetin bütün kargaşası,  tembelliği, minnet yoksunluğu, öfkesi, aczi, yalnızlığı ve girişkenliği görülebiliyor. Hiç uyumamak, hiç uyanamamak ve bütün rüyaların yönetmeni olmak demektir. Kendini kandıran bir insanı kandırmaya kalkarsanız, o da kendinizi ne ile var ettiyseniz, gelip onu elinizden alabilir. Peter örneğindeki gibi, ellerinizi de…

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.