Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

ÇizgiRoman // Sanatı konuşan ve konuşturan bir hikaye



Toplam oy: 493
Nicolas de Crecy // Çev.Tolga Üyken
Karakarga
Yaşadığımız uygarlık bir nedenden ötürü yok olursa ve yüzyıllar sonra sağ kalan ve o geçmişi bilmeyen insanlar tarafından izlerine rastlanırsa, örneğin büyük bir müzeyle karşılaşırlarsa...

Buzul Çağı, Louvre Müzesi tarafından sipariş edilmiş bir çizgi roman. Ünlü sanat merkezi, Fransızların türe olan sevgisini hesap ederek ünlü sanatçılarla çalışıyor; Enki Bilal, David Prudhomme, Christian Durieux, Éric Liberge gibi isimlerin çizgi roman albümlerini yayımlıyor. Buzul Çağı da, Nicolas de Crécy imzasıyla bu seriden çıkmıştı. Albümlerin ortak özelliği, hikayelerinin bir biçimde müzeyle ilişkilendirilerek geliştirilmiş olması…  Müze için doğrudan ve dolaylı, eğitici-öğretici-tanıtıcı bir yönü olsun istenmiş, ziyaretçilerin alıp inceleyeceği, sergilenen her şeyi başka türlü görüp anlayabileceği çizgi romanlar üretilmiş. Böyle tarif edince bir tür “broşür edebiyatı” veya “resimli müze kataloğundan” söz ediyorum sanılmasın. Anlatılan hikayeler mesaj kaygısıyla, talim terbiyeyle, pedagojik hassasiyetlerle kanırtılan, hikayeleri öteleyen şeyler değil.

 

 

 

Önemli bir yazarlık kuralıdır, yazarken, “ders vermeyin, öğretmenlik taslamayın, hatipliğe kalkışmayın, illa bunları yapacaksanız, öykü-roman değil köşe yazısı-makale yazın,” denir. De Crécy bu yollara haliyle hiç girmemiş, başlangıç noktası olarak zihin açıcı bir fikir yürütmüş. Yaşadığımız uygarlık bir nedenden ötürü yok olursa ve yüzyıllar sonra sağ kalan ve o geçmişi bilmeyen insanlar tarafından izlerine rastlanırsa, örneğin büyük bir müzeyle karşılaşırlarsa, o buluntulardan ne anlamlar çıkarırlar diye düşünmüş. Bilimkurgu edebiyatına aşinaysanız fikir size parlak gelmeyebilir ama bu fikri bir müze üzerinden anlatmayı düşünmek, hakkını teslim edelim, hem merak uyandırıcı hem de eğlenceli olmuş. Üstelik De Crécy, bu fikri kendi kahramanları ve konuşkanlığıyla resmetmiş, ironik bir sanat tarihi yorumu da yapmış; evet diyorsunuz, resimler, ressamlar ve uygarlık böyle de anlatılabilir. Hem niye olmasın? Yorumlarımız zamanın aurasından, siyasetten, kültürün ve sanatın algılanma biçimlerinden etkilenmiyor mu?

 

De Crécy, sanıyorum Joseph karakteriyle kendini de dahletmiş işin içine, resimlere bakıp mukayeseler yaparak o girift geçmişi yorumlatmış: “Kesin olan bir şey var, medeniyet yazınsal değildi, sözel ve ikonografikti”. “Bu insanlar okuma yazma bilmiyordu ama resimlerle yazıyorlardı.” Joseph anlatıyor, diğerleri dinliyor, Decamps’ın resim yapan maymun (Le Singe peintre) tablosunu görünce apışıyor, hep birlikte maymunların resim yaptığını düşünüyorlar. Yorumları okurken ister istemez ihtimalleri siz de düşünüyorsunuz. Sahiden böyle düşünülebilir mi, yoksa mübalağa mı ediyorlar diyorsunuz. Müzede duvara asılı olan resmi başka türlü konuşabiliyor ve mevcut yorumları tartışılabilir hale getirebiliyorsak sanatı yaşatmayı sürdürüyoruz demektir. Bir müzenin asli görevlerinden biri budur, sadece saklamak ve korumak, onları teşhir etmek değil, baştan ayağa konuşulur kılmak. De Crécy, yorumun sanat eksperlerine bırakılmadığı bir evreye döndürüyor bizi. Ezberbozan spekülatif şeyler okuyoruz. Farklı bir müze rehberi var elimizde. Evvela mahremin teşhiri ve müstehcenlik şaşırtıyor yeni yorumcuları. İçinde bulundukları yerin erkeklere özel bir zevk mekanı olduğu kanısına varıyorlar. Sanatı izleyerek geçmişi anlamaya çalışmak ne kadar doğru dedirtiyorlar veya. Resmin altındaki Delacroix ismine bakıp onun (ressam değil) evin (müzenin) sahibi olduğunu düşünüyorlar örneğin. Kadınların ya fahişe ya da hizmetçi olarak çizilmesini yorumlamaya çalışıyorlar, anlamlandıramadıkları şeyi sapkınlık olarak niteleyip kestirimde bulunuyorlar: “ahlaksızlıklarının tüm yollarını keşfetmek amacıyla cinsel imgeler yaratıyorlar.” Aksi de akıllarına geliyor, belki eksikliğini duydukları için, “bu resimlerle cinsel arzu artırmaya da çalışıyor olabilirler,” diyorlar ki, hepsi oyunbazlık dolu tespitler.

 

Hınçlanmalar, bıkkınlıklar, riyakarlıklar, korkaklıklar...


Buzul Çağı, buzlarla kaplı bir dünyada yolculuk eden kaşif grubuyla açılıyor. 19. yüzyılın maceracılarını andıran kafilenin içinde De Crécy’nin sevimli hayalet kahramanı Bibendum’u andıran, genleriyle oynanmış, olağan dışı sezgileri ve koku alma duyusu olan konuşan köpek Hulk da var. İsmini, kadim zamanların bir tanrısından(!) alan Hulk, kaygıları, mızmızlığı, düşük enerjisi, rekabetçiliğiyle hikayeyi sürüklüyor. Bu kısımlar hayli lezzetli çünkü müze bağlamının dışında karakterlere dramatik derinlikler katılmış böylelikle. Hulk, geziyi madden destekleyen Juliette’e askıntı olan ekip lideri Gregor’a karşı duygusal dengesini yitirerek “kıskançlık” gösteriyor ve hissettiklerini kadına anlatarak iyiden iyiye “dökülüyor.” Crécy, pek çok hikayesinde böylesi gevezelikler ve ilgisiz gibi duran küçük saplantıları kullanır. Hınçlanmalar, sinir krizleri, bıkkınlıklar, iğnelemeler, riyakarlıklar, korkaklıklar birdenbire sökün ediverir. Nicholas De Crécy, 1966 doğumlu bir Fransız. 1991’den bu yana çizgi roman albümleri üretiyor. Uzun yıllar animasyonla uğraşmış, ismi alanın bilinen simalarından biri olan yazar-yönetmen Sylvain Chomet ile birlikte anılmış. İkili, intihal iddialarıyla birbirlerini suçlayarak yollarını ayırsalar da Léon La Came isimli ortak çizgi roman da üretiyorlar ve o seriyle, 1998’de Angoulême’da ödül kazanıyorlar. Crécy, yumuşak renk seçimleri, çizgisini farklı biçimlerde kullanabilmesiyle hatırlanıyor. Çok geniş bir illüstrasyon arşivine sahip. Neyi anlatırsa anlatsın esprili bir dili var; köpekler, domuzlar, hayaletler her anlatısının en önemli “oyuncuları.” Çalışkanlığı kadar yeniliğe açık biri olması en önemli özelliği... Kendi kuşağından çizgi romancılarla kıyaslarsak çok erken yaşta farklı dillere çevrildi, globalleşti, en son 2015’te Japon Ultra Jump dergisinde yeni bir grafik romana başladı mesela. Söylemesem olmaz, 2003 yılında yayımlanan, balon ve anlatım kutusu kullanmadan kotardığı Prosopopus bana göre en sıra dışı çalışması.

 

Buzul Çağı, güzel bir albüm, sanatı konuşan (ve konuşturan) nitelikli bir hikaye… Yazıyı albümde geçen retorik bir soru ile bitireyim. Resimlere bakarak geçmişte nasıl yaşamış bu insanlar diye ahkam kesilirken hikayenin nemrut adamı Gregor, resimleri art arda sıralayıp bir anlam çıkarmaya uğraşan ekip arkadaşlarından ve onların yorumlarından hazzetmeyerek bağnazca sokurdanıyor: “Çocuklar dışında kim kendini resimle ifade edecek kadar saf olabilir ki?” diyor. Bir azınlık dışında kimsenin resim çizmediği, resim çizmenin çocuklar haricinde kimseye uygun görülmediği bir şimdiki zamanı yaşıyoruz. Resimle uğraşmayı, çizgilerle hikayeler anlatmayı çocuksu ve –zeka ölçüsü olarak– safça buluyoruz galiba. Madem öyle, çizdikleri yüzünden insanlar neden katlediliyor, neden hapsediliyor diye soralım mı peki? Sormayalım.

 

 


 

 

(Görseller kitaptan alınmıştır.)

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.