Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Çocukların Hepsinin Kabuğunda Cesaret Var, Çekirdeklerinde Korku.



Toplam oy: 1077
Mine Söğüt
Yapı Kredi Yayınları

“Baharların birbirine değmesi kıyamet alametidir; bilmiyorlar…” Belki de cinnet. Toplumsal cinnet dedikleri, bir şehrin, bir ülkenin, daha da ileriye gideyim; dünyanın kontrolden çıkması mıdır? Ya da kıyamet önce böyle mi başlıyor? İnsanın vahşileşmesi, rayından çıkması, her fenalığa, kötülüğe yaklaşması, şuurunu kaybedercesine insanlığını unutmasıyla mı başlıyor? Bilemem. Ama çok uzun zamandır insanlık, kendi tarihine derin lekeler, acılar bırakıyor. Ve cinnet “kanıksanabilen bir travma olarak” insandan insana sirayet ediyor. Öyle diyor Mine Söğüt, Şahbaz’ın Harikulâde Yılı 1979’da. “İnsanlar birbirini kurşuna diziyorlar. Makineli tüfeklerin taradığı kahveler her gün gazetelerde iki cümlelik, küçük haber. Çöplükler, üzerinden kan lekeleri çıkmayan tahta kahve sandalyeleriyle dolu. Yoksullar teneke sobalarda bu sandalyeleri yakarak ısınıyorlar. Ve yoksullar uykularında sobadan tüten bu kan kokusunu içlerine çektiklerini bilmeden, korkunç rüyalar görüyorlar…”

12 Eylül darbesinden bir önceki yılı, 1979 yılının ilk ayından başlayıp sonuna kadar olan süreci anlatıyor kitapta Mine Söğüt. O korkunç, kanlı kâbusu bir nevi cinnetle özdeşleştiriyor. Buna, bilincin kaybolması diyelim. Ya da kontrolün bilinçli bir şekilde kaybettirilmesi. Her ne derseniz deyin, mevzu darbedir, vahşettir, kanlı bir intikamla kıyıma uğrayan bir halkın öyküsüdür.

Kabaca böyle ifade edilebilir 1979. Ancak daha derine ve özele; yani aşağıya doğru indikçe, yüzeye çıkmanın (yukarı çıkmak denen şey aslında aşağıya inmektir), olayları birbirine bağlamanın, analiz etmenin keyfini de sürüyorsunuz. Gerçi bu kitap için “keyif” kelimesini kullanmakla, Mine Söğüt’ün “harikulâde” kelimesini kullanma sebebi bazı açılardan birbirine benziyor. Harikulâde kelimesi, yazarın ifadesine göre, nasıl içinde bir isyanı ve anarşist yapıyı barındırıyorsa, keyif kelimesini de iç huzur, tasasızlık anlamının dışında “kural dışı istek” olarak kullanabiliriz. Anlatılanlar okuyucuyu (gerçekle yüzleşmesinden dolayı) büyük bir rahatsızlığa ve dehşete düşürse de, o rahatsızlığın, ürkünçlüğün içinde; yani hiç de keyif alınmayacak bir ortamda, gerçeği hatırlamanın, tekrardan değerlendirmenin yanı sıra, yazarın şiirsel, masalsı anlatımıyla bambaşka bir keyif alıyor okuyucu. Çelişki belki de Mine Söğüt’ün yaşatmaya çalıştığı şey! Çelişkilerin derinleşmesi ya da zıtlıkların birlikteliği diyelim buna... Her şey, aynı zamanda hem kendini, hem karşıtlarını içerir. Ölüm ve yaşam gibi, kitaptaki Salih ve Melih gibi, hayal ve gerçek gibi…

Hayal ve gerçek iç içe geçiyor romanda. Şahbaz’ın, varlığı şaibeli bir hayal kahramanı olma ihtimali gibi… Aynı Şahbaz’ı, 12 Eylül öncesindeki süreçte yaşanan, kardeşin kardeşi öldürmesine varan olaylarda etkin rol oynayan, görünmeyen ama tetiği çektiren o güçlerin simgesel varlığı olarak da algılayabiliriz. Ayrıca, kardeş kavgasının simgesi Melih; diğer adıyla Komutan’la, ikizi Salih’in arasındaki gizli savaşı da farklı açılardan değerlendirebiliriz. Birbirinin tıpatıp benzeri olan bu iki kişi, dışardan bakıldığında tek kişi gibi göründüğü halde, içlerinde hem kendilerini hem de karşıtlarını içerirler. Dolaylı olarak diyalektiğe göndermesi olan bu metafor, başka bir açılıma da götürür okuyucuyu: Gerçek olan hangisi, hayal olan hangisi sorusudur bu. “İkizlerden sadece biri gerçektir değil mi Şahbaz? Diğeri onun yarısı. Peki, hangimiz gerçeğiz; hangimiz diğerinin yarısı? (…) Aslı olmak ve aynısı olmak. Sırf bunun için sen beni öldürebilirsin Şahbaz…” Romanın belki de kilit cümleleri bunlar. Bu söylemin birkaç açılımı var. Bireyin kendini sorgulaması (ikiz metaforundan yola çıkarak, her bireyin içinde kendisine çok benzeyen ve de hiç benzemeyen bir ikizini taşıdığı önermesine de gidebiliriz) ve kendi içindeki karşıtlıkların çarpışması gerçeği bunlardan sadece biri. Daha genel anlamda bakarsak ya da kurcalarsak; (belki bilinçaltında) toplumsal kimlik kaygısının irdelendiğini de görürüz. “İkizini öldüren, kendisini de öldürmüş olur. Anlamı öldürmüş olur.” Bu, aslını kaybetmeme telaşını da kapsar. Ve o telaştır; yazarın da vurguladığı gibi, insanı suça teşvik eden şey.

Ve tekrar duygusu! “Tanrı gücünü tekrarın sonsuzluğundan alır” diyor Mine Söğüt. Ve o tekrar duygusunu kitap boyunca yansıtıyor. Güneşin her gün doğup batması gibi, yaşananların da tarih boyunca hep tekrar etmesi, var oluşun devam etmesidir (Aynı zamanda insanlar için Tanrı ideasının yaşamasına da olanak sağlayacak bir devinimdir bu). Dolayısıyla, Salih’in kadınları hep aynı biçimde kesip parçalara ayırmasındaki ritüelle, hayatta karşılaşabileceğimiz davranış biçimleri veya sistemin işleyişindeki ritüel aynıdır. Bir ayin gibi, belli bir ritimle aktarılır olaylar. Dolayısıyla kitapta anlatılanların, olayların, karakterlerin belli bir sırayla birbirine bağlanmasına, bütün karakterlerin birbirlerinin içine geçmesi veya bir şekilde aralarında bir bağın kurulmasına ya da hiç beklemediğiniz bir anda herhangi bir karakterin diğer karakterle şaşırtıcı biçimde buluşmasına kader diyebilir miyiz kısaca? Her şeyin birbiriyle etkileşmesi kaderi oluşturur. Kuşkusuz tüm bunların bileşkesinden orta çıkan sonuç, kader denilen şeyi insanın kendi düşüncesinde yaratması mıdır?

İşin özü, kavramların ya da düşüncelerin sürekli karşıtlıklarını sunar, bir kaos ortamı yaratır Mine Söğüt sözcükleriyle.12 Eylül’ün yarattığı kaosu da yaşarsınız böylece. Ve çocukların kimsesizliği, yalnızlığı iç burkan bir hüzünle yansıtılır. Bir anne çocuğunu kaybeder mi hiç, diyor Mine Söğüt; ama bu kitaptaki çocukların hepsi ya kaybediliyor ya da kaderine kurban ediliyor. Başka bir açıdan; anne baba olmayı beceremeyen yetişkinlerin yetiştirdikleri çocuklara, ensest ilişkiye de göndermeleri olan bir kitap Şahbaz’ın Harikulâde Yılı 1979. Kuşkusuz bu göndermelerin karşılığını, yani neden sonuç ilişkisini roman ilerledikçe daha da net kavrıyorsunuz. 12 Eylül’ü merkez alan bir roman olmasına karşın, bireye dair, insana dair her türlü duyguyu da anlatarak başlıyor işe. Çok kanlı, çok vahşi, çok karanlık, çok iç ürperten bir kitap Şahbaz’ın Harikulâde Yılı 1979.

Fantastik bir kitap olarak değerlendirebilir miyiz Şahbaz’ın Harikulâde Yılı 1979’u? İlk bakışta evet, ama hayatın kendisinin daha fantastik olaylarla örülü olduğunu düşünürsek, Şahbaz’ın Harikulâde Yılı 1979 çok gerçek ve bir o kadar da harikulâde.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.