Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Çocukluktan hatırladığımız bir okuma heyecanı



Toplam oy: 1068
Donna Tartt // Çev. Merve Sevtap Ilgın
Pegasus Yayınları
Roman okumanın saf heyecanını yaşatan Saka Kuşu gibi kitaplar nadiren karşımıza çıkıyor.

Bazı romanlar vardır, insana karlı havada battaniye ve sıcak çikolata keyfi yaşatır. Böyle bir romana doğru zamanda ve doğru yerde rastlamak; dahası, rastladığınızda keyif almaya müsait bir ruh halinde olmak, tamamen tesadüflere bağlıdır. Fakat şansınız yaver giderse, çocukluğunuzun karlı öğleden sonralarından anımsadığınız kıvamda bir okuma heyecanına geri döndüğünüzü hissedersiniz. Romanın içine gömülüp kaybolursunuz, dışarı çıkmak istemezsiniz. Saka Kuşu, işte o romanlardan biri oldu benim için.

 

Donna Tartt, memleketimizde çok fazla tanınmasa da, ABD'nin “süperstar” yazarları arasında sayılıyor. Bunun sebebi, 1992 tarihli Gizli Tarih isimli ilk romanının internet devri yayıncılık piyasasının ilk bombalarından biri olması, bir anda yüz binlerce hayran toplaması ve kült mertebesine erişmesi. Tartt'ın, tamamen saklanmasa da ortalıkta görünmekten pek hoşlanmayan bir yazar olması da etkili olmuştur sanırım. On yıl aradan sonra gelen ikinci romanı The Little Friend, ilki kadar çok sevilmese de bu durum okurların bir sonraki romanı dört gözle beklemesine engel olmadı. Yine on yıllık bir aranın ardından üçüncü romanı Saka Kuşu, 2013 sonbaharında yine dev bir tanıtım kampanyası ve heyecan dalgası eşliğinde çıktı. Yakın bir zaman önce Türkçe çevirisinin de okurla buluşması vesilesiyle ben de üç yıl önceki notlarımı gözden geçirdim. 

 

Donna Tartt hem okurları hem de eleştirmenleri ikiye bölen bir isim. Çok yetenekli bir yazar olmasına rağmen, popüler olmak uğruna heyecan dozu yüksek romanlar kaleme aldığını düşünüp kızanlar var. Olumsuz eleştirileri kabaca şöyle özetleyebiliriz: Kültürlü (ama alt-orta seviye kültürlü) okurlara, zor görünen ama kolay okunan, kendilerini çok akıllı hissettirecek romanlar yazıyor. Ancak küçümseyenlerin bile inkar edemedikleri bir gerçek var ki, Donna Tartt son yılların en yetenekli "öykü-anlatıcı"larından birisi.

 

Saka Kuşu’nun konusunu uzun uzun anlatmayacağım, okuyacakların keyfini bozmak istemem. Romanın kahramanı Theo, 13 yaşında zeki bir çocuk. Annesiyle birlikte gayet efendi, tatlı bir hayat sürmekte. Anne oğluna, oğul da annesine âşık; pisliğin teki olan baba ise çoktan çekip gitmiş hayatlarından. Yağmurlu bir New York sabahı, anne oğul Metropolitan Müzesi'nde bir resim sergisini dolaşırlarken başlarına korkunç bir hadise geliyor ve Theo kendisini müthiş bir maceranın içinde buluyor.

 

Yağmurlu bir New York sabahı, anne oğul Metropolitan Müzesi'nde bir resim sergisini dolaşırlarken başlarına korkunç bir hadise geliyor ve Theo kendisini müthiş bir maceranın içinde buluyor.

 

 

Yaklaşık 800 sayfa ve 15 yıl süren bu macerada neler yok ki... Duygusal bir çocuğun hayatın bir ucundan diğer ucuna savrularak büyümesi ve melankolik bir genç adam olması, sanat eseri kaçakçılığı, New York sosyetesi, uyuşturucu bağımlılığı, antika eşya onarımı, Rus mafyası, Las Vegas, kumar, çöl, daha fazla uyuşturucu bağımlılığı, platonik aşk, aldatma, aldatılma, tekrar aşk, şantaj, tesadüfler, Amsterdam sokakları, oteller, silahlar ve son perdede bol kan... Cem Akaş'ın başka bir roman için kullandığı tanımı çalayım: Saka Kuşu, bir nevi "pop-Bildungsroman."

 

Süperstar mertebesi

 

Romanın en önemli kahramanlarından biri de Felemenk ressam Fabritius'un The Goldfinch (Saka Kuşu) adındaki tablosu. Rembrandt'ın öğrencisi, Vermeer'in hocası olan Fabritius, bu tabloyu 32 yaşındayken, Delft kentini yerle bir eden patlamada ölmeden önce yapmış. Tahmin edersiniz ki, roman yayımlanır yayımlanmaz tablo da, tıpkı gizemli yazar Tartt gibi süperstar mertebesine ulaşmış.

 

Fakat romanın en unutulmaz kahramanı, Theo'nun Ukraynalı dostu ve kader ortağı, Boris. Edebiyat tarihinin en şahane yazılmış, en eğlenceli ve en muhteşem roman kahramanları sıralamasında, benim gönlümde çok rahat ilk ona girer. Komik, zeki, iyilikle kötülük arasında, sadakatle ihanet arasında çok ince bir çizgide dans eden, okumaktan asla bıkmayacağınız bir karakter Boris. O olmasaymış, Saka Kuşu insanın tahammülünü zorlayacak kadar melankolik bir roman olabilirmiş ama Boris'in olduğu bölümler (ki kitabın yarısına yakın kısmı "Boris şovu" kıvamında) sayesinde, öykü nefis bir dengeye oturuyor.

 

Saka Kuşu’nun kurgusu o kadar zengin ki, eleştirmenlerin hemen hemen hepsi romanı Dickensvari diye tarif etmişler. Okumaya başladığımda benim aklıma gelen ilk isim Dickens değildi; "Bu tam yetişkinler için Harry Potter!" demiştim kendi kendime. Fantastik öğeler içerdiğinden değil (fantastiğin F'si yok), sadece Rowling'in meşhur serisinin dokusunu çağrıştırdığı için. Theo'nun acımasız bir dünyada ayakta kalmaya çabalaması, daha önce hiç bilmediği dünyalara uyum sağlayıp yeni bir hayat kurması, ona kol kanat geren iyi insanlara ve onu sömüren sinsi insanlara rastlaması, tüm bunların sonucunda çocukluğundaki saflıktan uzaklaşıp ruhundaki karanlık tarafla flört etmeye başlaması, aklıma doğal olarak Harry Potter'ı getirmişti. Romanın ikinci kısmında Boris sahneye çıktığında, Theo'ya "Potter" ismini takınca zaten her şey yerli yerine oturdu ve yazarın karanlık bir köşeden bana gülümseyip göz kırptığını hayal ettim. Donna Tartt'ın adının sık sık Dickens ve Rowling gibi iki müthiş öykü-anlatıcısı ile birlikte anılması, romanlarının niye böyle heyecanla beklendiğini gayet güzel açıklıyor.

 

Kusursuz değil

 

Fabritius’un kitapla aynı adı taşıyan tablosu Saka Kuşu, roman yayımlanır yayımlanmaz süperstar mertebesine ulaştı.

 

 

Öte yandan Saka Kuşu, kusursuz bir roman değil. Yer yer Donna Tartt'ın sesinin karakterlerin sesini bastırdığı bölümler göze batıyor. Örneğin, ilk bölümde Theo'nun hayata 13 yaşında bir erkek çocuk gözünden bakmaması beni bir süre rahatsız etti. Ne kadar zeki olursa olsun, ne kadar kültürlü bir ortamda büyümüş olursa olsun, o yaşta bir delikanlı, annesinin elbisesinin kesimini Vogue dergisi gibi tarif edemez, ne marka ayakkabı giydiğini bilmez, dekorasyon ya da antika mobilya konusunda bu kadar ince bir zevke sahip değildir. Kabul, aslında bu detayları yetişkin Theo, çocukluk günlerini hatırlayarak bize aktarıyor ama hatırlaması bile tuhaf. O yaştaki erkek çocukların ilgisini çekecek oyunlar, filmler, kitaplar vs ise, sanki editörlerin müdahalesiyle metne sonradan iliştirilmiş gibi duruyor. Neyse ki Boris öyküye katıldıktan sonra bu sıkıntı ortadan kalkıyor ve Theo, yaşına uygun sahici bir çocuk gibi konuşmaya başlıyor. 

 

Ya da son bölümde, sanki sırf romanın temasının altını çizmek (sanat insanı iyileştirir ve hayata bağlar) için kaleme alınmış gibi duran uzun pasajdan hoşlandığımı söyleyemem. Saymaya kalksam ufak tefek başka kusurlar da bulup çıkarabilirim ama açıkçası, bunlar çok da umurumda değil. Çünkü başta da dediğim gibi,  roman okumanın saf heyecanını yaşatan kitaplar nadiren karşımıza çıkıyor, çıkınca da keyfimizi kaçırmanın âlemi yok. Gerçekten yetenekli bir yazar tarafından çok emek verilerek yazılmış, okumaktan müthiş zevk aldığım, kahramanlarından Boris'i hâlâ unutamadığım ve günün birinde yeniden okumak isteyeceğim bir kitap Saka Kuşu; ne fazlası, ne de eksiği.

 

 

 


 

 

* Görsel: (sırasıyla) Uğur Altun, Fabritius

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.