Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Çok sıradan çok çaresiz



Toplam oy: 1167
Raymond Carver
Can Yayınları
Çirkin bebekler görmeye, sağlıksız yemekler yemeye, bir hiç uğruna niyazi olmaya, leş barlarda zıkkımlanmaya hazırlıklı olun. Okuyacaklarınız Amerikan hafakanları!

Raymond Carver için ölmekte olan bir edebi türü canlandırmayı başaran sayılı çağdaş kısa öykü yazarından biri deniliyor. Parası olmayan insanların geçim derdinden kurtulamadığı, hayatın dokusuna sinmiş monotonluktan kaçamadığı, çok iyi bildiği bir evreni anlatıyor. Kolay değil, on dokuz yaşında evlenmiş, yirmi yaşında iki çocuk babasıymış! Ailesini geçindirmek için hikayelerindeki karakterler gibi düşük ücretli bir dizi işte çalışmış. Dolayısıyla alt sınıftan insanları, garsonları, araba tamircilerini, postacıları, baca temizleyicilerini, fabrika işçilerini, kapı kapı dolaşan satıcıları dolambaçsız anlatıyor. Ya arabam bu sabah çalışmazsa diye endişelenen, işsizlik tehdidi altında yaşayan, çocuklarının bakımıyla başa çıkmakta zorlanan güvencesiz hayatlar bunlar. Ortada büyük trajideler olmaksızın hayatta olduğu için çaresiz hisseden, nasıl yaşasa, ne yapsa, yaşamaktan nasıl keyif alsa, hayatına nasıl anlam katsa bulamayan, herkes gibi, sıradan insanlar.

 

 

Carver'ın on iki öyküsünü bir araya getiren Katedral, küçük şeyler, basit mutluluklar peşinde koşarken, tökezleyen, yuvarlanan, çamura saplanan kişilerle dolu. Bu karakterler kadar moralsiz, vazgeçmiş, kayıtsız, yorgun kişiler az bulunur, ama hiç de istisnai değiller. Bilakis, o kadar tanıdıklar ki! Bir kuşak için büyük anlamı olan kaybedenler kulübü, görkemli kaybedenler filan havalarında cool karakterler gelmesin yalnız aklınıza. Bunlar deneyip kaybeden, ama küçük deneyip küçük kaybeden insanlar. “Muhafaza”nın ilk cümlesi: “Sandy'nin kocası üç ay önce işten çıkarıldığından beri kanepeden kalkmamıştı.” Üç ay! Kanepe! Bizi şaşırtmalı belki, ama hayır, anlıyoruz, olmayacak şey değil. Biraz bezginlik, orta karar mutsuzluk, tırnağını kıpırdatmadan televizyona bakmak nedir biz de biliriz.

 

Bir anı güzel kılabilmek için mi yoksa zamanın tik taklarını durdurmak için mi emin değilim bir iptilaya bel bağlamaya çok meyilli karakterler bunlar. Akşam iş dönüşü açılan bira şişesinin buğusu için yaşıyorlar sanki bir müddet. Sonra o şişe sabah uyanır uyanmaz açılmaya başlıyor. Sonra cin tonik daha iyi bir fikirmiş gibi geliyor. Sonra içkiyi bırakmak için sadece şampanya içmeye başlıyorlar(!) İptilayı izleyen terk edilme hikayeleri, geri dön yalvarışları, başarısız denemeler, klinikler, sürekli iniş çıkış. Yani aslında işe yaramıyor değil, iptila tekdüze hayattan kurtarıyor. Çok içtiği için karısıyla arası bozulan J.P., kayınbiraderleri tarafından kliniğe konulunca, birden sanki geri kazanacak çok şeyi varmış gibi tatlı bir nostaljiyle geçmişi hatırlamaya, anlatmaya başlıyor (“Nereden Aradığım”). Sıkıntı veren, çaresiz hissettiren, sıradan, basit hayatım birden nasıl kıymete biner diye merak mı ediyorsunuz? İşte böyle.

 

Amerikan hafakanları

 

Carver'ın öykülerinde zorlukları, güçlükleri görünmez kılan o tatlı huzur hissini zaten hep beklenmedik yerlerde buluyor insanlar. Hiç ihtimal vermediğiniz bir anda geliyor teselli. "Küçük, İyi Bir Şey" bunun en mükemmel örneği herhalde. Fırıncı, dükkanına davet ettiği perişan durumdaki anne babaya kendi hüzünlü yalnızlık ve umutsuzluk hikayesini anlatırken, bir yandan da taze kahve ve fırından yeni çıkmış sıcak, tarçınlı rulo pasta ikram ediyor. Çünkü diyor, "Yemek yemek böyle bir zamanda küçük, iyi bir şeydir." Mütevazı, gösterişsiz mutluluklar, beklenmeyen avuntular var Katedral'de.

 

“Olla başını tabağından kaldırıp baktı. Dedi ki: 'Hep bir tavus kuşum olmasını hayal etmiştim. Küçük bir kızken bir dergide fotoğrafını gördüğümden beri. O güne kadar gördüğüm en güzel şey olduğunu düşündüm. Fotoğrafını kestim ve yatağımın üzerine astım. O fotoğrafı uzun süre sakladım. Sonra Bud'la burayı aldığımızda, fırsat bu fırsattır dedim. 'Bud, ben bir tavus kuşu istiyorum,' dedim.” (s. 28).

 

Mutlu hissettirecek bir tavus kuşuna sahip değilseniz ya da upuzun sapsarı saçlı karınıza sarılmak yetmiyorsa, bu sefer yaşadığınızı hatırlatacak şeylerden kaçıp unutmaya yönelirsiniz diyor bu hikayeler. Doğru dürüst bir işinizin olmadığını, evinizin elle tutulur bir yanı kalmayacak kadar döküldüğünü, sizi sevme ihtimali olan birini fena halde incittiğinizi, artık yaşlandığınızı unutmak istersiniz. “Katedral”in yarı kıskanç yarı hödük anlatıcısı gibi her gece ot içer ve uyku iyice bastırıncaya kadar televizyondaki zırvalara bakarsınız. Bugün yokmuş, yarın yokmuş, zaman yokmuş gibi yapmak çok daha işinize gelir. Lloyd'un kulağını tıkayan kirle ilgili, kitabın muhteşem hikayelerinden “Dikkatli”de kahramanın ayrılık konuşması yapmak istemediği karısını bertaraf etme planını duyu kaybıyla çözmesi gibi. Unutuş arayışıyla, yok saymak, görmezden gelmek, -mış gibi yapmak iç içe geçer.

 

Raymond Carver yirminci yüzyılın ortasından itibaren tüm dünyada pompalanan Amerikan rüyası balonunu patlatıyor. Coca Cola reklamlarında gördüğünüz ince belli kadınlar, kare çeneli erkekler, elma yanaklı mutlu çocuklar, çimleri muntazam biçilmiş bahçeli evler, garaj yolunda Chevrolet'ler yok görünürde. Kuşe kağıda basılmış parlak sarı, mavi, kırmızı resimleri unutun. Bu hikayelerin renkleri haki, kahverengi, en iyi ihtimalle bordo. Çirkin bebekler görmeye, sağlıksız yemekler yemeye, bir hiç uğruna niyazi olmaya, leş barlarda zıkkımlanmaya hazırlıklı olun. Okuyacaklarınız Amerikan hafakanları!

 

 

 

 


 

 

* Görsel: Berke Doğanoğlu

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.