Nergis ile okurların karşısına ilk kez çıkan Turgut Ulucan, sisle örtülü bir köyde kayboluşun ve huzursuzluğun öyküsünü anlatıyor, bu köyde işlenen bir cinayetin peşinden gidiyor. Doğanın kendi varlığını amansızca hissettirdiği bu ücra yerde, kendilerine dayatılan erdemlerin esiri olmuş insanların ümitsiz çabalarına tanık oluyor, kötücüllüğün hüküm sürdüğü bir zamana gidiyoruz.
Gelecek zamandan bir kesitin sunulduğu ilk bölümde, kitabın en yumuşak karnı diyebileceğimiz Hasan’ın hayat hikayesine kısaca tanık oluyoruz. İlerleyen sayfalar boyunca, Hasan’ın Nergis’le arasındaki anne-çocuk ilişkisi, bir yandan Hasan’ın savunmasızlığını ortaya koyarken, diğer yandan köydeki tüm parçaları bir araya getiren kilit konumuna yerleşiyor.
Köyden şehire kesin dönüş
Kitap, “Şehir dediğin mahşer-i acaib insan yer, kan içer, is solur.” şeklindeki sitemkar cümleyle başlıyor. Bu cümle, bir başka okumayla, Türk edebiyatında köy romanına dönüşün gerekliliğini ortaya koyuyor diyebiliriz. Özellikle 1950-1970 yıllarında edebiyatımızda öne çıkan bir akım olan köy romanı, 70’li yıllardan sonra etkinliğini kaybederek yerini başka akımlara bıraktı. Fakir Baykurt ve Talip Apaydın gibi toplumcu gerçekçi yazarların önemli eserleriyle kendi alanını açan bu akım, her ne kadar Yaşar Kemal ve Kemal Tahir’in yetkin eserleriyle taçlandırılmışsa da, günümüze etkisinden çok şey yitirmiş bir halde geldi. Son dönemlerde köy romanı yazılıyor mu sorusuna, Hasan Ali Toptaş’ı dışarıda bırakarak hayır cevabını verebiliriz. Toptaş’ın 1995’te yayımladığı, sinemaya da uyarlanan Gölgesizler, bu alandaki açlığı doldurması için uzaklardan gelen bir hediye gibi ortaya çıkmıştı.
Ancak, köy romanı akımının oluşması, nasıl ki Cumhuriyet’in kurulmasından sonra köye / köylüye dönüşün ve Köy Enstitüleri’nde eğitim görmüş yazarların eserleriyle gerçekleştiyse de, bu akımın sona ermesinin sebebinin köyden şehire kesin dönüşün yarattığı bir kırılma olduğunu söyleyebiliriz. İstanbul başta olmak üzere büyük şehirlere doğru başlayan göç dalgası, “köylü” terimini sarsarken, kendisini köylü olarak tanıtan kişilerin kimliklerinin değişimesine de neden oldu. Emeğin, sabırla beklemenin mekanı olan köy, teknolojiyle birlikte tüketimin hızlandığı şehire uymak durumunda kaldı.
Bir köyün cinayetle imtihanı
Turgut Ulucan’ın Nergis’i, hayali bir kenara bırakıp tamamıyla gerçeklikle uğraşan bir roman. Bu gerçeklik, Nergis’i, bir cinayet romanından daha çok bir köy romanı yapıyor.
Hasan’dan sonra ortaya çıkan Basri ve Hayri, kitabın genel atmosferine uygun olarak, uğultulu bir karanlıkla geliyor ve bir konuşmayla cinayetin kapısını aralıyor. Kaybolan Nergis’in tüm köy ahalince aranmaya başlamasıyla, köye derin bir bakış atabiliyoruz. Ahaliyle birlikte Nergis’in “ölüsünü arayan” Basri’nin, suçluluğun getirdiği tedirginliği her daim yaşaması kitabın en sivri yanlarından biri olarak öne çıkıyor. Ancak Basri, bu tedirginliği, hizmetinde çalışan Necmi’nin ortadan kaybolmasıyla üzerinden atıyor. Nitekim Necmi’nin ortaya çıkmaması, Nergis’in katilinin tespiti ve cinayetin sonuçlanması anlamına geliyor.
Basri ile Necmi arasında, daha doğrusu Basri ile tüm dünya arasında bir tampon görevi gören Hayri, kitabın en makul karakteri gibi duruyor. Muhtar Mansur ise, daha çok Basri ile cinayet arasında gelgitler yaşayan, bir yandan da devlete dair sorumluluklarını yerine getirmeye çalışan vakur bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Nitekim kendisi bir yandan Basri’nin kurtuluşa giden yoluna taşları döşerken, diğer yandan da babacan tavrıyla parçalanmış aileyi tekrar bir araya getirmeye çalışıyor. Lakin Turgut Ulucan’ın özenle resmettiği köy halkı, aceleci ve vurdumduymaz tavrıyla Basri ve öykü üzerinde etkileyici bir rol oynuyor.
Cinayetten ziyade bir köy romanı olan Nergis, taşrada yaşanan kaygıların ve sonu belirsiz yaşamların bir panoramasını sunuyor.
* Görsel: Ahmet İltaş
Yeni yorum gönder