Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Çölde bir vaha



Toplam oy: 1601
Andrey Platonov
Metis Yayınları

Andrey Platonov, pek çok yazarın başına geldiği gibi zamanının iktidarıyla ayrı düşen, takibe alınan ve baskı gören bir edebiyatçı. Sovyetler Birliği'ndeki komünist yönetimi eleştirdiği için romanları 1990'lara kadar KGB'nin “edebiyat arşivi”nde saklanmış. İronik olan, romanların burada hem sakıncalı bulunup rehin tutulması hem de korunması. Hatta “arşiv” açıldığında Platonov'un bitiremediği bir romanı da gün yüzüne çıkmış.

Esas olarak komünizmin felsefesi ile ilgilenen, felsefeyi romanla buluşturan Platonov, buradan hareketle Sovyetler Birliği'ndeki komünist rejimi ahlaki bakımdan ve uygulama yönünden eleştirince, Stalin ve öbür yöneticilerin şimşeklerini üzerine çekmiş.

Can, Platonov'un Sovyet yönetimiyle ters düştüğü romanlarından biri. Tıpkı Çukur ve Çevengur gibi. Anlatıcı ve başkahraman Çagatayev, çöl imgesi eşliğinde kırgın, yarım ve öfke biriktirdiği çocukluğundan başlayarak, bir halkın; çöldeki halkının hayatta kalma mücadelesi üzerinden Sovyet ekonomi politikalarını yeriyor. Bu eleştiriye Çagatayev'in ağzından küçük bir örnek: “Sovyet iktidarı daima gereksizleri ve unutulmuşları toplar, fazladan bir boğazın hesabını tutmaya gerek görmeyen çok çocuklu dul bir kadın gibi.”

Gerçeküstücü yaklaşımla Çagatayev'i, başkaldıran ve gözü açık; köle olmayı reddeden bir insan biçiminde okurun önüne getiren yazar, açlığı, sefaleti ve yaşama tutunma savaşımını kahramanın gözünden bakarak ele alıyor.

Çagatayev bir ulak gibi adeta; Platonov ve pek çoklarının bildiğini sağa sola duyuruyor: Çalışan, çölün ortasında hayatını devam ettirmeye uğraşan ve sosyalizmi yaygınlaştırmak için Çagatayev'in yollandığı kuş uçmaz kervan geçmez, geçse de kimsenin ruhunun duymadığı bir yerde yaşayanların hayatı asla kendilerine ait değil.Çagatayev'in deyimiyle onlar “kaçaklar, yetimler ve dermanı kesilince kapı dışarı edilen köleler.” Buranın bir de adı var: “Can”; “Can halkı”nın yurdu, Çagatayev'in toprakları... Annesi ve çocukluğunun vatanı... “Ruhları dağılıp gitmiş, yaşayıp yaşamadığını umursamayan” insanların coğrafyası...

Çagatayev için Can halkıyla beraber çölde geçirdiği vakit, ikinci ömür anlamına geliyor. Sürekli yol alıyor ama her adımda uzaklaştığını hissediyor; geldiği yerin, Moskova'nın, hemen her ayrıntısını unutuyor. 

Ölüme mahkum edilen ya da her nasılsa ölecek diye gözden çıkarılan yurdunun insanlarıyla geçirdiği uzun zaman, hem ruhunu çözüyor hem de gözlerinin açılmasını sağlayarak buradan önceki hayatını ağır ağır siliyor.
Çagatayev, Can'da geçirdiği günlerde pek çok gerçekle yüzleşir; yurdunun insanları komünizme karşı duyarsızdır ve çoğunlukla sömürü düzeni hakimdir. Bu düzen, diğer tüm sömürü pratiklerinde olduğu gibi “insanın ruhunu sakatlayıp onu ölüme alıştırmakla başlar, ruhun sakatlanışı artarak devam eder ve kölenin sağ duyusu deliliğe dönüşene dek sürer.”

Çagatayev'in Can'da kabullenemediği şey, halkın yetersiz bir yaşam sürmesi. Bu yüzden yapmaya çabaladığı da çok açık: “Mutsuz insanın içinde doğumdan itibaren saklı duran mutluluğun dışarı taşmasına, kaderin eylemi ve gücü olmasına yardım etmek.”

Distopyadan ütopyaya evrilen Can'da Platonov, romanla aynı adı taşıyan topraklardaki halkın mutluluğa ulaşabilmesi için insanların, ruhunu ve bedenini kölelikten kurtarması gerektiğini söylüyor. İşin özü bu. Bir anlamda insanların uyanmasının zorunluluğunu vurguluyor.

Gözü kapalı kabullenmek ne kadar yavan bir yaklaşımsa, gözü kapalı eleştirmek, özellikle olumsuz anlamda eleştirmek de aynı oranda yavan. Platonov, bunu birebir yaşamış bir isim. Çukur, Çevengur ve Can, bu peşin hükümlerden payını almış romanlar.

Durup düşünmeli: Platonov'un anlattıklarında gerçek payı var mıydı? Varsa bu pay ne kadardı? Hüküm vermeden önce bu sorular yanıtlanmalı... En azından kitapları yıllarca KGB “edebiyat arşivi”nde saklanmış bir yazarı öldürüp hakkını yememek için...

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.