Romanlardaki şehirlerden oluşan yeni bir dünya atlasında, New York yeni bir Dublin olabilir mi? Yani James Joyce’un Ulysses’indeki gibi, bütün dilin ve kültürün içinde yeniden doğduğu bir romanın malzemesine dönüşebilir mi? Michael Cunningham’ın yeni romanı Gece İnerken’de uğraştığı meselelerden biri bu.
Kitabın başkarakteri Peter Harris’in “bir Leopold Bloom” olmadığı bize sıklıkla hatırlatılıyor. Zaten kırklı yaşlarının ortasında, Manhattanlı, hali vakti yerinde, düzgün bir evlilik yapmış bir sanat simsarı olan kahramanın hayatının genç bir erkeğin güzelliği karşısında paramparça olması, akla Thomas Mann’ın, Venedik’te Ölüm'ünü getiriyor daha çok. Fakat şu post-modern çağda okuduğumuz metinlerde sıklıkla rastladığımız üzere, bu benzetmeleri bir eleştirmenin yapmasına gerek kalmıyor. Çünkü Peter’ın günümüz New York’undaki yaşantılarını anlatan roman, gönderme yaptığı edebi metinlerin ve büyük yazarların isimlerini (Franz Kafka, Scott Fitzgerald, John Cheever) kendisi anmaktan büyük bir zevk duyuyor. Zaten belki de Ulysses’le arasındaki pek çok farktan en önemlisi de bu: Joyce’un romanı (Stephen Dedalus bir yana bırakılırsa) hiç de “entelektüeller” arasında geçtiğini söyleyemeyeceğimiz bir dünya kurarken, Cunningham yaşamlarını Damien Hirst sergileri gezerek, Woolf romanları okuyarak veya sanat dünyasının partilerine katılarak geçiren karakterler arasında dolaştırıyor bizi. Gerçekçi mi? Evet, hem de en post-modern anlamıyla.
Davetsiz misafir
Peki hikâye ne? Bir sanat dergisinin editörlüğünü yapan eşi Rebecca’nın kendinden çok daha küçük, 20‘lerindeki erkek kardeşi Mizzy, kahramanımız Peter ile karısının Brooklyn’deki evlerine gelir. Ne kadar kalacağı belli değildir ve bu bir endişe kaynağıdır. Sağı solu belli olmayan, çok yakışıklı ve çocukluğu boyunca hep özel bir kişilik, ayrıksı biri muamelesi görmüş Mizzy bir süredir kullandığı uyuşturucuyu bırakmaya çalışmış; bunda ne kadar başarılı olduğunu ise zaman gösterecek.
Güncel sanat eserleri sergilediği galerisinin gündelik işleriyle meşgul olan Peter ve düşük reklam gelirleri ve tirajı yüzünden kapanmanın eşiğinde olan bir sanat dergisinin editörü olan Rebecca’nın yaşantısı, aniden bu davetsiz misafirin gelişiyle değişiyor. Çok fazla çalıştıkları bir gerçek (ne de olsa ikisi de zengin ailelerin çocukları değil, piyangodan para kazanıp istiflemiş de değiller) ama dışarıdan bakıldığında mutlu bir hayatları var. “Yatak odası, özellikle New York’a has, gri bir yarı ışıkla dolu; herhangi bir kaynağı olmayan bir boşalım sanki; hem sokaklardan fışkırabilecek hem de gökyüzünden dökülebilecek, sabit, gölgesiz bir aydınlatma. Peter’la Rebecca ellerinde kahve ve Times gazetesi, yataktalar... Rebecca kitap eleştirilerine dalıp gitmiş... Peter’ın BlackBerry’si yumuşak, flütsü bir tınıyla çalıyor. Karıkoca bakışıyorlar - pazar sabahı kim arar ki?”
Bunu takip eden sahnede Peter ve arkadaşı Bette, New York’un ünlü Metropolitan Sanat Müzesi’nde (Met) buluşuyor, Rodin’in kahramana erkek vücudunun güzelliğini hatırlatan heykellerinin yanından geçip Damien Hirst’ün 1991 tarihli o ünlü işinin karşısına geçiyorlar: dev akvaryumun içinde bir köpek balığı, ağzını açmış ve devasa dişleriyle kendisini izleyene bakıyor. Kitap boyunca midesinde ağrılar hisseden ve mide kanseri olduğundan şüphelenen Peter, meme kanseri olduğunu öğrendiği arkadaşıyla Hirst’ün ve başka sanatçıların işleri arasında dolanırken Cunnigham’ın en sevdiği şeylerden birinin sanat eserleriyle karakterleri arasında benzerlikler kurmak olduğunu bir kez daha görüyorsunuz.
Sonra köpek balığının ağzının içine giriyoruz. Yani Peter’ın geçmişine gidiyor, kardeşi Matthew’la ilişkisinin içinde kayboluyoruz. Kitabın bir günü biraz aşan şimdiki zamanında Rebecca’nın kardeşi Mizzie’nin evde ot içmesini, mastürbasyon yapmasını ve çıplak dolaşmasını izleyen Peter, aniden kendi kardeşi Matthew’a karşı geçmişte nasıl bir aşk beslemiş olduğunu fark ediyor. Peter entelektüel, duyarlı ve sportif bir adam, şimdilerde biraz hımbıllaşmış olsa da gençliğinde o kırılgan erkeklerden olmamış, hiçbir zaman da bir erkekle ilişkiye girmemiş. Kardeşi Matthew ise feminen bir çocuk ve en sonunda 20’lerinde HIV pozitif olduğunu ve öldüğünü öğrendiğimiz Matthew’a karşı Peter’ın hissettiği duygu en çok aşka benziyor. Ve geçmişine dair bu hatıralar, hatırlayışlar içinde Peter’ı büyük bir şüphe içinde buluyoruz, kendi kendine “Acaba eşcinsel miyim?” diye soruyor.
“Evet öylesin” demek istiyor insan
Cunningham’ın romanının geçtiği o kısa zaman dilimi içinde Peter’ın bütün ilgisini erkek vücuduna vermesine bakınca, “evet öylesin” demek istiyor insan. Ancak Cunnigham, Peter’ın genç erkeklere olan bu ilgisini onun şefkatiyle, güzelliğin ölümüne karşı (Venedik’te Ölüm’den çıkmış gibi görünen) endişeli korumacılığıyla açıklıyor. Zaten Gece İnerken, öncelikle olasılıklar üzerine bir kitap. Heidegger her insanın pek çok insan olarak doğduğunu ve ancak tek bir insan olarak öldüğünü söylemişti, Cunningham da baş karakteri Peter’ın nasıl olduğu kişi olduğuyla ilgileniyor en çok. Kadınların çok beğendiği ve her zaman çok kibar ve duyarlı buldukları bu başarılı sanat simsarı, nasıl oldu da olduğu kişi oldu?
Bir orta yaş krizine dönüşen bu soru, kahramanımızı büyük bir huzursuzluğa itiyor. Bu yüzden uykusuzluk çeken Peter’ın gece oturmalarını okuyoruz, bir sahnede kendini bütün gece boyunca uyumayan şehrin sokaklarına atıyor ve Rebecca’yla yaptıkları, Boston’da yaşayan kızlarıyla gecenin köründe beklenmedik bir konuşmanın ortasında buluyor kendisini. Peter’ın hayatı üç yüz sayfadan kısa olan bu romanda bütün cepheleriyle işlenmiyor, bu yüzden kızıyla ilişkisi hakkında az şey bildiğimiz gibi karısı Rebecca’yla ilişkileri konusunda da çok fazla bilgi sahibi olamıyoruz. Geceleri Hitchcock filmi seyretmek (Vertigo) veya New York Times’ın kitap ekini okumak gibi ayrıntılar ayrıntı olarak kalıyorlar ve Cunningham asıl dikkatini Peter’ın hayatındaki önemli erkek figürlerle ilişkilerine yöneltiyor.
Gece İnerken’in ‘Tadzio’su Mizzy’nin ablası Rebecca’ya dönüştüğü sahneler ayrıca ilginç. Kitabın bir sahnesinde banyoya giren Peter, duşta eşi olduğunu sandığı pembeliğe doğru ilerleyip duş kapısını açıyor ve karşısında aniden çıplak halde duran Mizzy’i görünce şaşkına dönüyor. Zaten Mizzy erkekle kadın arasındaki çizgileri silen ve hayatın olağan ayrımlarını parçalayan bir figür olarak mitolojik tanrıları akla getiriyor. Ama bir farkla: gecenin karanlığında yaptığı yolculukta belirlenmiş cinsel kimliklerin kalbine ilerleyen bu romanın mitolojik tanrısı, biseksüel bir tanrı. Şekilden şekle giriyor, kimi zaman şimdiki zamandaki Mizzy kim zaman çocukluktaki Matthew oluyor. Sürekli şekil değiştiren Yunan Tanrısı Proteus’a benzeyen bu kahramanı görünce insan romanın da, Ulysses’deki gibi şekilden şekle girmesini hayal ediyor ama bu istek boşa çıkıyor. Ne de olsa Gece İnerken daha çok hikayesini anlattığı, entelektüel sınırları belli olan orta sınıf New Yorklular için yazılmış gibi duruyor. Ve buna uygun biçimde çok asık suratlı, mizahtan, alaydan, eğlenceden, mucizelerden (ne kadar fakir olsa da Dublin’in sahip olduğu o özelliklerden) yoksun bir New York sunuyor bize.
Yeni yorum gönder