Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Daha güzel bir dünyanın mümkün olduğuna olan inanç



Toplam oy: 559
S.D. Crockett // Çev. Betül Kadıoğlu
İş Bankası Kültür Yayınları
Karlar Eridiğinde’yi, ABD’de, küresel ısınma fenomenine insan faaliyetlerinin katkısını kökten reddeden bir iş adamının iktidarda olduğu günümüzde okumak distopyayı yaşadığımız hissini uyandırıyor ister istemez.

Karlar Eridiğinde, Willo adlı bir çocuğun “kendi sesini bulmasının” öyküsü. 14 yaş ve üzerine hitap eden roman, bir yaş dönümü öyküsü gibi okunabiliyor fakat aslında “çocuk” olmanın mümkün olmadığı bir dünya resmediyor. Açlıktan ölen bebeklerin, derisi yüzülmüş cesetlerin ve işkenceye uğrama ya da donarak ölme ihtimalinin köşebaşında beklediği bir yer burası. Aynı zamanda Willo’nun gerçek kimliğini sonradan öğreneceği bir Direniş figürü olan babasının da dediği gibi, “insanların insan olmayı unuttukları,” hayatta kalabilmek için aç ve kızgın köpeklerle boğuşmanın, yani biraz köpek olmanın gerektiği acımasız bir dünya. O dünyayı ve üzerindeki her şeyi insan olmayan canlılarla paylaştığımızı hatırlamak zorunda kaldığımız bir öykü!

 

Yazar S. D. Crockett, “Duvardan çıkan elektrik ve su”yun unutulmuş birer lüks olduğu yeni bir buzul çağında, çetelerden, hırsızlardan, dağda yaşayan berduşlardan önce, hükümetten korkmak gerekebileceğini çıtlatıyor. Tüm  silahların ve enerji kaynaklarının yönetiminin, sosyal devlet mantığıyla değil şirket mantığıyla çalışan hükümetlerin tekelinde olması iklim değişikliği ile aynı çerçevede düşünülünce ortaya korkunç bir tablo çıkıyor.

 

Tablo sırf bu yüzden korkunç değil; kitapta yer yer ismen vurgulanan bir ahlak sorunsalı da var. Ahlaki prensipler dediğimiz şeyin, illa kitaplara yazılması (örneğin kutsal kitaplar gibi ya da Willo’nun Direniş’in ideoloğu olan babasının yazdığı kitap gibi) doğası gereği mutlak ve kalıcı olmayan ahlakı mutlak ve kalıcı hale getirmek çabası olarak görürsek; Karlar Eridiğinde, bize genel geçer ahlakın ya da ahlaki seçimlerin meşrutiyet zemininin, esasen yaşam koşulları olduğunu hatırlatıyor. Bir buzul çağı başlarsa, hırsızlıkla, cinayetle, “çocuk” kavramının tanımıyla ilgili anlayış din, milliyet ya da kültürel mensubiyetlerden bağımsız olarak değişecektir sanıyorum. Öte yandan, Willo’nun açlıktan ölmek üzere olan kardeşlere yardım etmemeyi seçmesi son derece meşru kabul edileceği halde onlara yardım etmek için kendini tehlikeye atması sadece cesaretle ya da iyi yüreklilikle açıklanamaz.  Ahlak, insanın gördüğü bir şeyi görmezden gelememesi olsa gerek; zor olanı tercih etmek mecburiyetinde kalması, geri dönüp çocuklara yardım etmeye çalışmak dışında bir karar vermesinin imkansız olması.

 

Yine de, “İnsanlar her şeyde korkacak bir yan bulur,” ve korkunun güdümünde yaşamak, çoğu kişiye hiç yaşamamaktan tatlı gelecektir. Bu korkunun güdümünde yaşayıp korkunun bir öznesi, onun bir temsilcisi haline gelmiş olan ve 6 ay boyunca evinde misafir olduğu Willo’nun babasını yakalatan gizli ajan Patrick, insana olan inançsızlığın temsilcisi; “İnsanların akıllarındaki soyut bir fikir uğruna ölmeye hazır olduklarını hiç anlamamışımdır... İnsan da kötüdür fikirleri de.” Burada kitaptaki iklim değişikliğinin ve aslında kitleleri etkileyen büyük çaplı krizlerin, yaşam denen şeyi hayatta kalmaya indirgemesi riski akla geliyor. Hayatta kalmak, yaşamak ile eş anlamlı kabul edilirse bir biyolojik fonksiyonun devamına indirgenir, böyle bir ortamda hayal kurmak, gelişmek ve “özgür” olmak mümkün olamaz. Hikayenin sonunda canlılığın en büyük gayesinin hayatta kalmak olmayabileceği, yaşamın esas hayaller ile ve (ideolojiler ile değil de) özgür düşünce ile mümkün, anlamlı ve yaşamaya değer olabileceği teklif ediliyor.

 

Roman, buzul çağına sıkışmış insanların gündelik yaşam mücadeleleriyle, dünyadaki farklı güç odaklarının iklim değişikliğinin başlangıç aşamasında takındıkları tavrın sonuçlarını güzelce harmanlıyor. Çin, Afrika çöllerini satın alıp güneş enerjisine yatırım yaparak yaşam standardını bir ölçüde muhafaza ederken, “Batı”nın sonradan kara gömülen rüzgar santralleri yapıp çöpleri ayırmakla uğraştığı ve bir de “son kalan birkaç damla petrol için savaştığı” bir arka plan çiziliyor.

 

Karlar Eridiğinde’yi, devletlerin merkezileşmesine ve işbirliği prensibinin gözden düşüp korumacı prensibin popüler hale geldiği bir dönemde, hele ki ABD’de küresel ısınma fenomenine insan faaliyetlerinin katkısını kökten reddeden bir iş adamının iktidarda olduğu günümüzde okumak distopyayı yaşadığımız hissini uyandırıyor ister istemez. Harry Potter serisinde, Voldemort’un geri döndüğünü bir türlü kabul edemeyen, korku yüzünden görmez ve duymaz hale gelen Sihir Bakanı’nı düşündürüyor. Harry Potter evreninden farklı olarak, burada çocuklar, korkan yetişkinlerin yarattığı karanlık dünyaya mahkumlar; açlık ve sefalet, şehir ve dağlar, hepsi birer hapishane. Willo ve kendisi gibi kayıp bir çocuk olan Mary, bu hapishaneden onu yıkarak değil ondan kaçarak kurtulmayı seçiyorlar. Ne hükümetin istediği gibi Doğu’nun elindekileri zorla almakta, ne de Direniş’in amaçladığı gibi Batı’daki bilinmez denize doğru gitmekte buluyorlar umudu...

 

Bu soğuk dünyada çocuk olmak mümkün değil dedik, dolayısıyla yetişkinliğe geçiş sözü onlar için pek bir şey ifade etmiyor fakat romanın sonunda pekala başka bir tür varoluşa adım atmış kabul edebiliriz bu iki çocuğu... Doğru ile yanlışa karar verirken yalnızca kendilerine hesap verecekleri bir varoluş. Buradaki iyimserlik ve dayanışma ruhu; hayatta kalmanın bir yolu ve hem de bir yaşam şekli olarak ortaya konmuş olmakla birlikte, bu önerme test edilmiyor. Bu fikrin sınanmasına da ihtiyaç yok sanırım. Çünkü, daha güzel bir dünyanın mümkün olduğuna ve burayı insanoğlunun var edebileceğine olan inanç, zamanın başlangıcından bu yana hep yenildiği halde, asla ölmemiştir. 

 

 

 

 


 

 

 

 

Görsel: Akif Kaynar

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.