Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Decameron'a Yeniden Bakış



Toplam oy: 173
Dünya edebiyatının dev eserlerinden biri sayılan Giovanni Boccaccio’nun Decameron’unu, Koronavirüs’ün tüm dünyayı pençesine alarak milyarlarca insanı eve kapatıp karantinaya mecbur ettiği şu günlerde bir kez daha okudum. Zira bu kült eser, günümüzden 672 yıl öncesindeki insanlarla aynı kaderi yaşadığımıza bir delil sayılabilir. Sekiz yüz sayfayı aşan kitapta bugün yaşadıklarımızla neredeyse birebir olan pek çok durumu görmek mümkün. Decameron’un dev bir klasik olarak tanımlanmasının etkenlerinden biri de tam bu nokta…

“Velhasıl, diyeceğim o ki Tanrı’nın oğlunun ete kemiğe bürünmesindeki bereketin üstünden bin üç yüz kırk sekiz sene geçtikten sonra, İtalya’nın diğer tüm güzelliklerini gölgesinde bırakan muhteşem Floransa’ya ölümcül veba çıkageldi.”

 

“…Bu hastalık birkaç yıl önce Doğu tarafında başladı, bir yığın cana kıya kıya, dur durak bilmeden bir yerden diğerine sıçradı ve korkunç bir biçimde Batıya doğru yayıldı.”

Bu alıntılar, Nevin Yeni’nin çevirisiyle tekrar yayınlanan dünya edebiyatının dev eserlerinden biri sayılan Giovanni Boccaccio’nun Decameron’una ait. Koronavirüs’ün tüm dünyayı pençesine alarak milyarlarca insanı eve kapatıp karantinaya mecbur ettiği şu günlerde Princeton Üniversitesi’nden Leonard Barkan’a ve daha nice edebiyat araştırmacısına göre; “Tüm zamanların en iyi öykü antolojisi” olarak tabir edilen Decameron’u bir kez daha okuma ihtiyacı hasıl oldu. Zira bu kült eser, günümüzden 672 yıl öncesindeki insanlarla aynı kaderi yaşadığımıza dair bir delil sayılabilir. Bu durum hayli ilginç görünse de, tarihin tekerrür ettiği şiarını kanıksamışlar için pek de şaşırtıcı olmayacaktır.
Her ne kadar yalnızca iki alıntı paylaşsam da, aslında sekiz yüz sayfayı aşan kitapta bugün yaşadıklarımızla neredeyse birebir olan pek çok durumu görmek mümkün. Decameron’un dev bir klasik olarak tanımlanmasının etkenlerinden biri de tam bu nokta…
1340’lı yılların ortalarında Doğu’da, tarihi vesikaların ekserisine göre Çin’de peyda olup ticaret gemileri vasıtasıyla Mart aylarında Akdeniz sahil kentlerine ulaşan veba, yani kara ölümün başta Güney Avrupa ve bilhassa İtalya’da yarattığı tahribat, yalnızca Decameron’da değil o dönemde ve sonrasında neşredilen birçok kitapta görülür. Hatta Avrupa toplumunun hafızasına derin harflerle kazınan ‘Veba’ sözcüğü, zamanla başka bir boyuta evrilip amansız tüm hastalıkların genel adı olmuştur.
On günlük yüz öykü
1313 doğumlu Giovanni Boccaccio, eserinin girizgâhında 1348 Floransa’sında yaşanan felaketi geniş açıyla tasvir eder. Yaşananları trajikomik bir dille naklederken beri yandan da salgının dünyanın en güzel şehirlerinden birini nasıl bir cehenneme çevirdiğine bir ağıt yakar. Bu babı okurken veba illetine tutulup birkaç gün içinde koltukaltlarında ve eklem yerlerinde hıyarcık denen kitleler, derilerinde kara lekeler çıkan ve korkunç şekilde can veren yüzbinlerce insanın taş sokaklara yayılan cesetlerini, kapılarını sımsıkı kilitleyip evlerine kapanan zenginlerin korkularını, kiliselere akın edip rahiplerden medet umanların feryatlarını, çaresiz hekimlerin çırpınışlarını, tepeden tırnağa koruyucu kıyafetler giyerek ölüleri gömenleri, yağmalanan evleri, ağlayanları, delirenleri, kaçanları, yok olan asayişi, berbat kokuları, şehre dönen haydutları görürüz, duyarız ve hissederiz… Boccaccio, bu görkemli girişin ardından kadrajına Katolik dünyası için çok kutsal sayılan Santa Maria Novella Kilisesi’ni alır ve burada kimselerin olmadığı bir salı sabahı matem kıyafetlerine bürünmüş yedi kadını okuyucuya takdim eder. İşbu, yüzleri keder ve korkuyla sıvanmış kadınlar vebadan kaçıp canlarını kurtarmanın derdindedirler. Yazarın içlerinden yaşça en büyüğüne Pampinea lakabını verdiği kadın, diğerlerini cehenneme dönen Floransa’dan çıkmak için ikna eder ve bir plan önerir. Böylece yedi kadın, yanlarında tanıdıkları üç erkekle birlikte şehirden ayrılıp doğası ile göçenlere can bahşeden kırsalın yolunu tutar. Kafile, şehirden iki mil uzaklaştıktan sonra tepede, kocaman ve sevimli bir bahçenin ortasında yükselen muhteşem bir konağa varır. İşte bu konak, Decameron’daki on günlük yüz öykünün farklı kişilerin ağzından anlatılacağı yerdir. Decameron kelimesi de Grekçe on gün manasına geliyor. Teknik olarak iç içe açılan kapıları andıran bir formda vücuda getirilen kurmaca kafesini ve olay şablonlarını doğunun kadim anlatıları olan Bin Bir Gece Masalları ve Tutiname’ye de benzetebiliriz.
Eserdeki her biri ayrı bir alemin zembereğini kuran hikâyeler, yazıldığı dönem göz önünde bulundurulduğunda bir devrim niteliğindedir. Boccaccio, olağan şartlar altında tek bir cümlesi bile kilisenin kahredici gazabına uğraması için yeterli sayılacak yüzlerce ‘tehlikeli’ sayfa yazmıştır. Bu bağlamda yazarın cesaretinin yaşanan veba felaketinden menkul olduğu aşikardır. Zira söz konusu salgından sonra başta İtalya olmak üzere Avrupa’da çoğu şey eskisi gibi olmamıştır. İşbu süreci iyi kotarmak şöyle dursun yaptıkları hatalarla –hekimleri suçlayıp idama mahkum etmek, günahkar avına çıkmak vb- yerle yeksan eden papazlara duyulan öfke, yıkımın getirdiği kıtlık ve birtakım başka sosyolojik açmazlarla birleşince kiliseye duyulan güven, papazlara gösterilen saygı büyük ölçüde sarsılacaktır. Decameron’da kayıt altına alınan döngü, yüz farklı pencereden kiliseye açılan bir yaylım ateşi gibidir. Bu durum da Rönesans ve reformun hazırlayıcıları olarak telakki edebileceğimiz olgulardan biri olmuştur.
İşte dünya böyle bir yer...
Decameron, her şeyden evvel devrin Katolik dünyasına ve en başta papazlara yazılmış ucu bucağı olmayan tenkitler yumağıdır. Onlarca hikayenin duygusuna kodlanmış skolastik düşünceye reddiyeler, dogmayı yıkmaya yönelik zekice tasarlanmıştır. Bu tavır, çağının üstünde bir anlayıştır. Nitekim eserin günümüzde hâlâ tartışılıyor oluşu Boccaccio’nun amaçladığı şeyi belirli ölçüde başardığının bir kanıtıdır. Bugün Katolisizmin ruhban sınıfına ve kilise doktrinine yöneltilen mizah dolgulu ve felsefe temelli eleştirilerin arketip kaynaklarından biri de Boccaccio ve ondan etkilenen diğer sanatçılardır. Decameron’daki karakterlerin yalınlığı ve ruhsal tahlillerinin mevcudiyeti önemlidir. Olayların seyri, merak duygusunu her daim diri tutar. Mekanlar ve atıfta bulunulan özel isimli kişiler, realist çizgilerin üstündedir. Bunlarla birlikte 14. yüzyıl öncesinde yaşanan olaylara yapılan bazen postmodernist sayılabilecek kadar güçlü göndermeler ilgi çekicidir. Kurmaca damarlarında İtalya’nın gündelik hayatına dair renkli kareler sunulmuştur. Batıda hayatın hangi yönden aktığı tartışması ve hümanizmanın hazırlığı satır aralarında hissedilir. Eserdeki bazı hikâyelerde vaaz etme, kıssadan hisse verme amacı göze çarpar. Fakat bu tutum, Doğunun kadim anlatılarındaki kadar kesif değildir. Yani metindeki didaktizm, herhangi bir dine ya da felsefeye sevk edici nitelikten uzaktır.
Ser Cepparello ismindeki tüm günahları işleyip kötülüğün, ahlaksızlığın ve yalancılığın timsali haline gelen kişinin ölümüne yakın zamanda insanları yine aldatarak San Ciappeletto namıyla bir azize dönüşme hikâyesi, kitabın ibret merkezi sayılabilir. Boccaccio; hamasetin, liyakatsizliğin, yalancılığın ve daha birçok kötülüğün; bazen bilgeliği çoğu vakit ise erdemleri nasıl alt edebildiğini ve işte dünyanın böyle bir yer olduğunu o güne kadar yazılmış birçok eserin tam tersine yüksek sesle dile getirmiştir. Decameron, tüm bunlarla birlikte bir erotik öykü antolojisi olarak da adlandırılır. Öykülerdeki erotizmin sunuluş şekli naturalisttir. Zira kitap, ilahi bir amaçtan ziyade dünya-insan ve beden döngüsüne dairdir. Aynı zamanda ‘kadın’ mefhumu o güne kadar yazılan hiçbir kitapta olmadığı kadar merkezdedir. Kadınlar, öykülerde bir figür olmaktan öte bakış açılarıyla ve psikolojileriyle metnin dört bir yanında yankılanırlar.
Hülasa Decameron, birçok bakımdan dünya edebiyatı için ilklerin yekunu olan şaşırtıcı, çekici ve bir o kadar düşündürücü bir eser.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.