Günümüz sözlüklerinde kestirmeden “geçmişe özlem” diye tanımlansa da, nostalji artık yitmiş, belki de hiç var olmamış bir “eve” hasreti dile getiriyor. Yunanca nostos (yuva, vatan) ve algia (hasret) kelimelerinin bileşimi. On yedinci yüzyılda paralı askerlere musallat olmuş tedavisi mümkün bir hastalık olduğu varsayılan bu kayıp duygusunun, yirminci yüzyıla gelindiğinde, modern çağın fikrisabitlerinden olarak görülmeye başladığı iddia ediliyor. Fakat geçmişe duyulan özlemin modernlikten bağımsız bir araz olduğunu düşünenler de var. Woody Allen son filmlerinden Paris'te Geceyarısı'nda farklı kuşakların idealize ettiği asrı saadetlerle, altın çağlarla, belle époque'larla dalga geçiyordu. Ne bugün, ne 1920'lerde, ne 1890'larda kimse yaşadığı günden memnun değildi, herkes 20, 50, 100 yıl öncesinin toplumsallığına özeniyordu. Bizim evin Ali'si soruyor, “acaba insanların birbirlerinden şikayet etmediği bir çağ var mıydı? Altın çağ diye diye dönmek istediğimiz o bilinmedik vakitlerde herkes herkesi seviyor, küçükler büyüklerini sayıyor, ekmek adilce mi paylaşılıyordu? Tabii ki hayır. Biz sadece, ama sadece biz değil, nostaljiye kapılmış tüm toplumlar eskinin hatırda kalan güzel yönlerini özlüyoruz. Sefalet, zulüm, adaletsizlik ve zorbalık, bunların eksik olduğu bir çağ yaşanmadı, bilinmediği bir toplum daha kurulmadı.”
Alexander McCall Smith bu dipsiz nostaljiyi, varoluşumuza dair sonsuz değişim potansiyeli ve açlığının, her şeyin aynı kalmasını isteyen içimizdeki çocukla girdiği mücadeleye bağlıyor. Dünyanın şu anki halinden biraz daha farklı olmasına dair herkesin dilekleri var elbette, fakat değişimi gerçekten ne kadar istiyoruz? Henüz 6 yaşındaki sağduyulu çocuk Bertie'nin de dile getirdiği gibi, “Bir şey olsa güzel olabileceğini düşünebilirsin, fakat gerçekleştiğinde gerçekten istediğin şey olmadığını keşfedersin. Ya da işlerin daha kötüleştiğini görürsün.”
Geçmişe yönelik güzellemeler ve bugünün değerlerine dair dinmez şikayetlerimiz büyük ölçüde zayıflayan toplum duygusunun sonucu. Bir arada yaşama isteğinin temelleri sarsılmaya her başladığında, o olmayan zamanları burnumuzun direği sızlayarak anmaya başlıyoruz. İyi değerlerin hepsinin hep geçmişte kaldığını iddia ediyoruz, o kadar ki içinde yaşadığımız toplumdan zerre kadar haz etmediğimiz sonucu çıkıyor. İskoçya Sokağı 44 numara sakinlerinden Domenica'nın dile getirdiği gibi, çözülen bir toplumda kuralsızlık, şiddet, çirkinlik ve kabalık kol geziyor. Bu yüzden trafikte kimse diğerinin haklarına saygı göstermiyor, bu yüzden insanlar balayı çifti oldukları yalanını uydurup hak etmedikleri iltimaslara sahip olmaya çalışıyor, bu yüzden çöplerimizi camdan aşağı fırlatıyoruz, bu yüzden komşularımıza selam vermeden asansöre biniveriyoruz. Bunlar ilk bakışta ufak şeyler gibi görünebilir, ama romanın kendi halinde şiirsever ressamı Angus'un dediği gibi “her küçük yanlış, her ufak zulüm, her tür zorbalık daha büyük bir yanlışın sembolik karşılığı”.
Zaten modern toplumda saçmadan bol bir şey yoktu. Toplum bir adamın ölü bir arkadaşını taşımaya yardım etmesini (sağlık ve güvenlik önlemleri sebebiyle) engelleyecek kadar endişe dolmuştu. Kitapta çok örneği olan çeşit çeşit 'sorumluluktan bağışlanma formu' sayesinde cankurtaranlar, ambulans görevlileri ya da 'Kraliyet Okçuları' gönül rahatlığıyla sorumluluklarından feragat edebiliyor, muhtemel tazminat davalarını önleyebiliyordu. Bertie, hayran olduğu niteliklerin – sadakat, gerçeklik ve arkadaşlığın – dünyada pek kolay bulunmadığını düşünmeye başlamıştı bile. Kararları sağduyu sahipleri alır diye bir kural yoktu. Genellikle Olive gibi çok bilmiş (aslında hiçbir şey bilmeyen), cazgır çocuklar hileyle kümebaşı oluyordu.
Öte yandan McCall Smith'e göre Edinburg'un rahatlatıcı yanı buydu. 'Kaybolmuş zaman' diye bir şey yoktu. Her şey her zaman aynıydı; hiçbir şey, hiçbir zaman değişmiyordu. Edinburgh gerçek bir yalnızlık yaşanamayacak kadar yakın ilişkilerin kurulduğu bir yerdi hâlâ. Mahalleli birbirini tanıyordu, sakinlerinin uğrak yeri olan kafeler vardı, insanlar birbirine gülümsüyor, hatta Edinburghlular fıstık kabuklarının yerlere atıldığı barlarda bile adaplarını bozamıyorlardı. Üstelik turistler bile bu ülkeye takıntılı ve eski kafalı oldukları için gelmiyor muydu? İnsanlar İskoçya'ya geleneksel İskoç şeylerini görmek için geliyorlardı. Manzaralar, tarih, eski binalar, sis, ekose etekler. İskoçlar başkaları gibi olmadıkları için ilginçti. Ne de olsa “sürekli değişen ve yersiz yurtsuz şehirli nüfusuyla modern dünya bunun antiteziydi”. Matthew'a göre insanlar Avusturalya'yı da bu sebepten seviyorlardı: başka yerlerde kendinden nefret etme çılgınlığıyla yok edilen her şey burada hâlâ varlığını sürdürüyordu.
Kitabın jön karakteri Bruce 'İskoçya'nın seksi yüzü' olamıyor belki ama bu romanın Turizm Bakanlığı tarafından desteklenmesi son derece yerinde olurdu. Edinburgh her yönüyle baş karakterlerden biri ve 'Büyük İskoçlar' sıralamasından seçme isimler, sanatçılar, politikacılar, filozoflar insanların gündelik hayatından karakterler gibi bir bir romana dahil oluyor. Belli başlı şairler dizeleriyle birlikte yer alıyor, 'İskoçya'nın en sevdiği oğlu' şair Robert Burns gizemli bir portreyle hikâyede önemli bir rol kapıyor, çoksatan polisiye yazarlarından Ian Rankin'i acemi bir okçu yaralıyor. Ressamlar derseniz, Angus'un rehberliğinde bu dünyaya sık sık girip kâh Henry Raeburn, kâh John Kay'le karşılaşıyoruz. İskoç tarihi de unutulmamış. Bir tahtası eksik Robbie sayesinde Jacobite'larla, hatta son Stuart vârisiyle müşerref oluyoruz.
Bu ekose etekliler resmigeçidinin belki de tek istisnası W.H. Auden. Gerçi Angus'un da en sevdiklerinden olan şairin 2. Dünya Savaşı öncesinde yazdığı ünlü dizeleri (September 1, 1939) her daim iyiyle kötünün eşiğinde olan insanlık durumuna o kadar uygun ki herhalde Alexander McCall Smith bir ayrıcalık yapmakta beis görmemiş:
“...
I and the public know
What all schoolchildren learn
Those to whom evil is done
Do evil in return.”
Yeni yorum gönder