Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Deniz fenerlerini merak etmek



Toplam oy: 922
Ertuğ Uçar
Can Yayınları
Ertuğ Uçar sanki yazı masasının yanına bir sandalye çekip bizi de yanında oturmaya çağırıyor, mutfağına sokuyor, yemek daha pişerken anlatmaya başlıyor.

Yazan kişinin dünyanın bin türlü konusu içinde hep aynı konulara çekiliyor olması bana bir kusur gibi gelmiyor. Bilakis üzerinde düşünülen ve yazılan meseleler, bir yazarın külliyatında kendi içinde bir süreklilik gösterdiğinde, ben kendimi bir okur olarak daha iyi bile hissediyorum. Çünkü, diyorum, yazar dünyadaki derdini bulmuş, yani kuyusunu... Ve her eserde başka bir derinliğe inme olanağına sahip şimdi. Ve okur olarak o yola onunla birlikte çıkmış olmaktan büyük bir heyecan duyuyorum. Bu yüzden “hep aynı şeyi yazıyor” eleştirileri bana bir noktada haksızlık gibi geliyor. İçinde yaşadığımız bu yeniliğe doymayan çağ, herkesten olduğu gibi yazan kişilerden de sürekli yeni bir şey bulup çıkarmalarını bekliyor. Her yıl kitap yazmasını, her gün ben buradayım demesini, her kitapta şapkadan tavşan çıkarmasını; ki ben, asıl bu beklentinin tuzağına düşmenin kişinin yazarlık serüveni için daha büyük bir risk içerdiğini düşünüyorum: yeni bir şey deneme hevesi elbette müthiş, ancak yeni bir alanda dolaşmaya çıkan nice yazarın, hiç bilmediği topraklarda kör sağır yol almasından mütevellit, bilgiç ama aslında dediği şeye kendi bile inanmayan kitaplar ürettiğini de biliyoruz. Elbette bu bir fikirdir ve tersi de gayet düşünülebilir.

 

İşte bu yüzden bir konunun etrafında dolanan, gide gele aynı yolları aşındıran ve o yoldaki bir şeyi oradan sekseninci geçişinde keşfettiğine emin olduğum bir yazar okuduğumda heyecanlanıyorum. Bu obsesyon gündelik hayatta ne kadar normaldir bilemem ama yaratma dünyasında işler başka; bir konuyla, tabiri caizse “kafayı bozmuş” yazarları bugünün “hadi hadi”ci, çabuk ve yüzeysel iş üretme eğilimine inat, çok daha kıymetli buluyorum.

 

İşte Ertuğ Uçar’ın yeni yayımlanan iki kitabı, tam da bu bahsettiğim yerden yakaladı beni. Bir mimar olarak deniz fenerlerine merak salan Uçar, bu konu etrafında döne döne yıllarını geçirmiş; sahaf gezmiş, tonla eser karıştırmış, sayısız defter bitirmiş, okunmadık şey bırakmamış, hatta uzun yollar yapmış... Hakkında bunları bildikten sonra rafine bir kalemle tanıştığımdan neredeyse emin bir şekilde okuduğum iki eser de beni yanıltmadı.

 

Neden iki kitap? Aynı haftada raflarda yer bulan iki kitap birbiriyle ilişkili çünkü: Kitaplardan ilki Woolf'un İzinde, Can Yayınları’nın Kırkmerak dizisinden çıktı. Uçar’ın deniz fenerleri ile ilgili anıları, bilgilendirmeleri ve çizimlerinden oluşan bir deneme kitabı olarak nitelenebilecek kitap, en genel haliyle onun neden deniz fenerlerine ilgi duyduğunu anlatıyor. Gece Yolculuğu isimli ikinci kitap ise ekseriyetle deniz fenerleri hakkında yazılmış (ve rüyalar hakkında) öykülerden oluşuyor. Uçar'ın daha önce çıkan Rüya Arızaları ve Yalnızlığın 17 Türü kitaplarındaki öyküler ve onlara eklenen yeni öyküler var bu kitapta da.

 

 

 

Çocukluğundan beri “bir edebi bütün oluşturmak amacını gütmeden, herkes kadar, herkes gibi, el yordamıyla bölük pörçük yazdığını” belirten Ertuğ Uçar, Woolf'un İzinde kitabının giriş yazısında onu deniz fenerleri hakkında yazmaya iten şeyi şöyle anlatıyor: “Beni amaçsızca yazan kişiden bir amaç doğrultusunda yazan kişiye dönüştüren bir şey oldu. Ankara, Antalya ve İstanbul arasında sallanarak geçen birkaç yılın sonunda, iki binlerin başında beni nerelere taşıyacağını bilmeden deniz fenerlerine merak, kırkmerak saldım.” Bunun “vahşi bir merak” olduğunu söylüyor; “Deniz fenerleri hakkında var olan tüm bilgiyi edinmek, ne var ne yok okumak, öğrenmek istiyordum. Neden yapılmışlar? Nasıl inşa ediliyorlar? Niçin bu renklere boyanıyorlar? Bekçiler nasıl bir hayat sürüyor? Ne ara biriktiğini bilmediğim bu ve buna benzer bir sürü soruya cevap bulmak istiyordum.”

 

Uçar sahafları tarıyor, kitapçı kitapçı geziyor, resmi arşivlere, kütüphanelere ziyaretler düzenliyor ve uzun süren uğraşları sonucunda Türkiye’de bulabileceği tüm kaynaklara ulaşıyor ve işte o zaman yazmaya başlıyor. Bu süreçte fenerlere geziler düzenlemeye de başlıyor; hatta Türkiye’deki fenerler bitince kalkıp İngiltere’ye gidiyor. Bir sahafta bulduğu, İngiltere’den Türkiye’ye gönderilmiş kartpostalın arkasında resmi olan feneri görmeye gidiyor, ardından Virginia Woolf’un Deniz Feneri’ndeki deniz fenerine düşüyor yolu. Bu hem planlı hem plansız, biraz da kendi haline bırakarak çıktığı yolculuk, onun yazar zihninde birbirinden bağımsız hareket ediyor gibi görünen bazı şeyleri bitiştiriyor; yer yer Woolf kadar Calvino’yu da içine alan bir edebiyat okumasına, yer yer çocukluğuna uzanan bir kişisel hesaplaşmaya dönüşüyor.



Bir yazarın bir konu hakkında yazma macerasını anlatan denemelerden oluşan Woolf’un İzinde, elimden bırakamadan tek oturuşta okuduğum, yazarının duru ve gösterişsiz diline, araştırmaya duyduğu kadar anlatmaya da duyduğu merağa ve belki bir mimar olarak mesleki bir eğilimle taşıdığı ayrıntılı ve eşyayı tarif etmeye yönelik hassas gözlemlerine hayran kaldım. Hem içinde hem dışında yıllarca sürdürdüğü bu narin yolculuğu ne kadar güzel özetlemiş, zihnimizde çizdiği sahici resimlerin yanı sıra duygusunu da ne kadar eksiksiz aktarmış dedim içimden.



Tekinsiz, loş bir komşu alem

 

Sonra öykülerini okudum Uçar’ın. Gece Yolculuğu’nda bu uzun maceranın sonunda yazılan on yedi fener öyküsünün yanı sıra Uçar’ın on tane de rüyalar üzerine öyküsü var. Bunların çoğu evvelden yayımlanmış, bazısı gözden geçirilmiş öyküler. Yani Gece Yolculuğu on yılın ardından tek ciltte bir araya gelen iki kitap aslında. Uçar hem rüyalar hem de deniz fenerleriyle ilgili öykülerinde derdinin güçlü bir atmosfer yaratmak olduğunu söylüyor: “Birbirlerinden farklı rüya öykülerinin aslında tek bir dili, rüyaların dilini konuştuğunu ve böylece okuru kişi ve objelerin hafifleyip salındığı, tekinsiz, loş ve her şeyin mümkün olduğu bir komşu âleme götüreceğini umuyorum. Öte yandan fener öyküleriyle aynı okur yolunu kalabalıktan uzak bir deniz kıyısına düşürecek; bitkiler, hayvanlar, denizde biten kayalar ve birkaç yalnız siluet ona eşlik edecek. Uzaktan gemi düdükleri duyacak şanslıysa.” Özellikle deniz feneri öykülerinde, o deniz kıyılarına indiğimi, o kokuları duyduğumu, o düdükleri işittiğimi söylemem lazım. Kitabın bu kısmındaki on yedi öyküye eşlik eden, yazarın Türkiye kıyılarında yaptığı gezilerde çizdiği eskizler de bu duyguyu güçlendiriyor.

 

 

 

Bazen her şeyin açıklanması insanı yorar, detaylar okura düşünme ve hayal kurma boşluğu bırakmayabilir. Bir kurmaca eserle eş zamanlı olarak, o kurmaca eserin nasıl ortaya çıktığını anlatan bir deneme kitabı yayımlama fikri, her zaman işlemeyebilir, okur bazen o kadarını bilmek istemeyebilir çünkü. Ama Uçar örneğinde, okurun zihninde keskin resimler çizen bu ayrıntılı anlatım, tam tersi bir etki yaratıyor. Yazar sanki yazı masasının yanına bir sandalye çekip bizi de yanında oturmaya çağırıyor, mutfağına sokuyor, yemek daha pişerken anlatmaya başlıyor. Yazarın gerçek dünyadan topladığı verilerle, kendi düşünce ve duygu dünyasını çarpıştırarak yazdığı bu öyküler, nasıl yazıldıklarını bilince başka bir okuma tecrübesi sunuyor. İki kitap ekseriyetle birbirini bütünlerken, bir doğum hikayesi gibi okuduğum deneme metni lezzetli diliyle kurmacanın önüne geçiyor ve insan neredeyse öykülerin kendisini unutur hale geliyor. Uçar’ın bundan sonra neyi çok merak edeceğini, o konuda ne yazacağını hevesle beklerken, galiba içten içe bir okur olarak, onun en çok anı yazısı tadındaki denemelerinin yolunu gözleyeceğim.

 

 

 

 


 

 

 

Görsel: Fatih Öztürk

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.