Aniden bastıran yaz mevsimine ve ülkenin boğazıma yapışan ellerine tezat, yola kuzeyden devam ediyorum! Erlend Loe’nin Doppler’inden kısa bir süre sonra Türkçede yeni bir Norveç romanı: Görülmeyenler. Norveç’in kuzeyinde küçücük bir adada yaşayan bir balıkçı ailesinin nesiller boyu devam eden kırılgan hikayesini anlatan Görülmeyenler, her şeyden çok durgunluğu ile akılda kalıyor. İlk kez okuduğum ve Türkçede Harika Çocuk isimli bir romanı daha bulunan Roy Jacobsen’in diğer kitaplarını sabırsızlıkla beklemek için koskoca bir neden.
“Kimse bir adayı terk edemez; ada fındık kabuğunda bir evrendir,” diyor romanın başlarında ve bu cümle hikayenin bütün yükünü tek başına sırtlanıyor. “Adadan ayrılmak isteyenler çıkabilir,” diyor devamında ama hepsinin dönüp dolaşıp geldiği yer yine bu ada-ev oluyor. Anlatılan, Barrøy ailesinin hikayesi... Ailenin reisi Hans, babası Martin, kız kardeşi Barbro, karısı Maria ve kızları Ingrid’den oluşuyor bu küçük toplum. Yıllar geçtikçe aile dallanıp budaklanıyor, ve tabii eş zamanlı olarak hikaye de. Barbro’nun oğlu Lars katılıyor aralarına beklenmedik şekilde. Ve yine beklenmedik şekilde Ingrid’in başka bir adadan yanında getirdiği iki küçük çocuk; Felix ve Suzanne... Ama yalnız değiller; doğa her mevsim başka kılıklara bürünerek dahil oluyor hikayelerine; yağan kar, buz tutan deniz, yıkıcı rüzgar, ilkbaharın sıcak esintileri, dünyayla bütün bağlarını kesen dev dalgalar ya da içinde doya doya yüzdükleri sıcak yaz denizi... Onları hiçbir zaman yalnız bırakmayan doğa, kuzeyin bu yalnız adasında hayatlarını biçimlendiren ana etken oluyor... Ve bu uzak ada, insanları, hayvanları, bitki örtüsü ve yeryüzü şekilleriyle birlikte, doğanın neredeyse tek söz sahibi olduğu, kendi içinde devinen, zamanla eksilen ya da çoğalan, gökle deniz arasında, küçük bir dünyaya dönüşüyor Jacobsen’in romanında.
Kuzeyin nevi şahsına münhasır atmosferi
Jacobsen’in başardığı çok şey var. Bunlardan biri, roman boyunca sahici doğa betimlemeleriyle hem fiziksel bir manzara çizerken hem de romanın duygusal atmosferini okura birebir hissettiriyor olması. Böyle bir adada yaşam nasıl olurdu sorusuna cevaben, hem gözlerinizin önünde anında belirmek üzere müthiş zenginlikte detaylarla dolu bir resim sunuyor hem de bunu yaparken pek iç dökmeyen karakterlerin iç dünyalarının kapılarını aralıyor. İnsanla çevresindeki gerçeklik birbiri içinde eriyip gidiyor: “Şubat ayında deniz türkuvaz bir ayna gibi olabiliyor. Karla kaplı Barrøy gökyüzünde bir buluta benziyor. (...) Tiftik çoraplarını giymiş Ingrid, adayla Molt Kayalıkları arasında uzanan camdan bir zemin üzerinde duruyor, altındaki yazdan bir manzarayı andıran yosunlara, balıklara, deniz kabuklarına bakıyor.” Ya da, “Ingrid sevmiyor bu fırtınaları, evin gıcırdayışını, bacanın boru gibi ötmesini, bütün evrenin ayaklanmasını; annesiyle ağıla gittiğinde ciğerlerindeki havayı söken, gözlerinden yaşlar boşaltan, onu duvarlara yapıştıran, ağaçları kamburlaştıran, bütün aileyi mutfakta yatmak zorunda bırakan ve bütün gece uyanık tutan rüzgarı.” Roman işte bu örneklerde olduğu gibi kuzeyin nevi şahsına münhasır atmosferini ve insana özgü hallerini yoğun şekilde hissettiren, okumaya doyamadığım cümlelerle bezeli...
Romana dair bahsedilmesi makbul bir başka unsur da, hikayenin geçtiği yerin bir ada olmasından mütevellit, okuru hiç yalnız bırakmayan izolasyon duygusu. Yazarın bu duyguyu inşa eden ya da köpürten buluşları, beni her seferinde hikayenin tam kalbine taşıdı. Mesela dürbün detayı: Hans’ın babasından kalan ve çocukken oynaması yasak olan bu dürbün bir gün bir şekilde ortaya çıkıyor. Hans ve babası dürbünden uzağa bakıyorlar, ama sonra bunun gereksiz olduğuna karar verip dürbünü kaldırıyorlar, “çünkü dürbünden gördükleri şey, bakmayı bıraktıkları anda ortadan kayboluyor.” Bir başka detay, süt teknesinin uğraması için adanın kıyısına yapılan ve yapıldıktan sonra adanın “dünyaya açıldığı, haritada sabit bir nokta, görülebilir bir nokta olduğu” iskele. Ya da adaya yapılan ve adayı artık görülür kılan deniz feneri. Ve bütün bunların öncesinde bir gün davetsiz şekilde “adaya gelip sahip olduklarını bilmedikleri bir şeyi çalan adam.” Jacobsen, adanın etrafında öyle bir hale yaratıyor ki, adanın ve sakinlerinin tüm dünyadan ayrı varlıkları romanın en belirgin duygusuna dönüşüyor ve bu yalıtım hissi kitap boyunca bir kez olsun etkisini yitirmiyor.
Görülmeyenler, küçük bir hikayenin yalın bir dille nasıl devleşebileceğine iyi bir örnek. Bir ailenin basit hayatını ve nesiller arasında akıp giden duygusal gelgitlerini sakin ama güçlü bir şekilde aktaran, işaret etmeyen ama orada olduğunu hissettiren, sade ama zengin bir roman. “Küçük şeyler”in büyük hikayesini sevenlere...
Görsel: Ömer Faruk Yaman
Yeni yorum gönder