Stieg Larsson’un “Millennium Üçlemesi”, 41 ülkede 20 milyona yaklaşan satış rakamı ve kazandığı edebiyat ödülleri ile kitap endüstrisi için global ölçekte fenomen olmuştu. Birkaç da sinema uyarlaması yapıldı. Yapılmaya devam da edecek. Üçlemenin biraz gecikmeli başlayan Türkiye serüveni de gerek satış rakamları gerek aldığı eleştiriler açısından başarılıydı. “Ejderha Dövmeli Kız” ile başlayıp “Ateşle Oynamayı Seven Kız”la devam eden “Millennium Üçlemesi”nin son cildi geçtiğimiz günlerde yayımlandı; “Arı Kovanına Çomak Sokan Kız”.
Tekrara düşmeyi göze alarak yazar hakkında birkaç satır söz etmek istiyorum: Asıl mesleği gazetecilikti Stieg Larsson’un. İş dışındaki zamanlarında biraz da hoşça vakit geçirmek için, gazetecilik mesleğinde edindiği tecrübelerden yararlanarak yazmış romanlarını. 1997 yılında başladığı üçlemenin ilk iki cildini tamamlamasına rağmen, yayımlatmak için 2003 yılına kadar hiçbir girişimde bulunmamış. 50 yaşında geçirdiği kalp krizi sonucu hayata veda ettiği için romanlarının kazandığı başarıyı görememişti. Gençlik yıllarında Komünist İşçi Birliğinin aktivistlerindi. Geçimini fotoğrafçılık yaparak sürdürüyor, İsveç bilimgurgu hayranları topluluğunu yönetiyordu. Daha sonra İsveç Troçkistlerinin dergisi “Fjärde Internationalen”in editörlüğünü üstlendi, düzenli haftalık makaleler yazdı. 1977-1999 yılları arasında en büyük İsveç haber ajansı Tidningarnas Telegrambyrå”da grafik tasarımcı olarak çalıştı. Politik ilgisi ve heyecanı dinmemişti. Irkçılığa, neo Nazi guruplara ve her türlü ayrımcılığa karşı mücadele eden Expo vakfına katıldı ve vakfın dergisi Expo’nun editörlüğünü üstlendi. Bu nedenle aşırı sağcı ve ırkçı hareketlerin hedefi haline gelecek, ani ölümü şüphe yaratacaktı.
Serinin ilk iki romanını okuyanlar Stieg Larssaon’un “Millenium Üçlemesi”nde gazetecilik mesleğinde kovaladığı haberlere benzer hikayeler anlattığını biliyorlar. Kuşkusuz kurgu yanı ağır basıyor ama yakın zamanda İsveç’te ortaya çıkarılan kimi kirli olaylara baktığımızda, anlattıklarında gerçeklik payı bulunduğu söylenebilir. Elbette olayların birebir gerçekleşip gerçekleşmediği konusunda bilgimiz yok elbette, ama bunun önemi de yok; önemli olan İsveç gibi steril görünümlü, gerek politik gerek ekonomik anlamda “gelişmiş” bir ülkenin karanlık yüzüne yapılan şaşırtıcı yolculuk.
Serinin ilk iki kitabı bir hayli hacimliydi, ancak tam 800 sayfa tutan bu son kitap hepsini geride bırakmış. Böylelikle “Millennium Üçlemesi” 2000 sayfayı aşıyor. İki yıldan kısa bir sürede böyle devasa bir çevirinin üstesinden gelen Ali Arda’yı -sadece hızıyla değil, çevirisinin kalitesi nedeniyle de- ayrıca kutlamak gerekir.
Son Hesaplaşma
“Millenium Üçlemesi”nde iki roman kişisi öne çıkar. İlki bağımsız Millenium gazetesinin ortağı ve haber müdürü Mikael Blomkvist; siyasi konulara duyarlı, baskılardan yılmayan, haberciliği siyasi mücadelenin bir parçası olarak kavramış, devletle ve resmi kurumlarla mesafeli, yalnız yaşayan, orta yaşlarda yakışıklı bir adam. Diğer kahramanımız ise ejderha döğmeli, ateşle oynamasını seven, arı kovanına çomak sokan kızımız; Lisbeth Salander. “Millennium Üçlemesi”ni be kadar sevmemizin sırrı belki de Lisbeth Salander’in kimliğinde saklı. Utandığı cılız fiziğine rağmen kavgadan dövüşmeden kaçınmayan gözü pekliği, çocuksu görünümüne hiç de uygun düşmeyen ejderha döğmesi, travmatik olaylarla dolu geçmişi, bilgisiyar hakimiyeti ve dünyayı kavrayış biçimiyle ilk bakışta inandırıcı gelmeyen, hikayeler ilerledikçe gerçeklikten daha gerçek bir boyut ve çekicilik kazanan 25 yaiında bir genç kız o. Bu sert görünüşlü kırılgan kızın ototriteyi temsil eden herşeye, herkese ve her kuruma başkaldırısı hiç kuşkusuz umuttan değil acıdan, dışlanmışlıktan, dışlayanlara duydukları nefretten kaynaklanıyor. Ancak sayfalar ilerledikçe toplumun kendisine ihanetini ödetirken yeni bir yol seçen Lisbeth, özgürlük tutkusu, gururu, incelikli duyguları, kendine özgü ahlakı ve isyanıyla Kapitalizmin yozlaştırdığı, duyarsızlaştırdığı toplumsal hayatta Stieg Larsson’un yeni bir insan arayışına cavap veriyor.
Üçlemenin ilk romanı sonraki ikisinden biraz daha bağımsızdı. Lisbeth Salander ve Mikael Blomkvist rastlantı sonucu karşılaşmışlar, birlikte çalışmışlar, yeteneklerinin birleştirerek olayları çözüme ulaştırmışlardı. Ancak yolları ayrılmıştı. İkinci macerada -“Ateşle Oynamayı Seven Kız”da- yüzyüze gelmemekle kötü siyasetçilere, tetikçilere, karanlık sermaye sahiplerine karşı birlikte yine birlikteydi ikilimiz. Doğrudan Lisbeth’i hedef alan ama ucu İsveç derin devletinin kirli geçmişine uzanan çok boyutlu, karmaşık ve heyecan dolu hikayenin sonu nefes kesen bir final sahnesiyle hastahanede sonlanmıştı.
“Arı Kovanına Çomak Sokan Kız” hastahanede başlıyor. Başından aldığı ölümcül yaraya rağmen hayatta kalmakta direnen Lisbeth Salander’den başkası değil. Evet, serinin sonunu hastahane odasında tamalıyor Lisbeth. Ancak biraz toparlandığında internet aracılığıyla Blomkvist’in olayları çözümlemesinde yine sahnede.
Ortağı ve sevgilisi Erika’nın büyük bir gazetenin başına geçmesiyle yalnız kalan Blomkvist ise hem Lisbeth’i temize çıkarmak hem de geçen macerada öldürülen gazeteci arkadaşlarının intikamını almak için zamanla yarışıyor. Zamanın önemi büyük. Çünkü geçmişten beri sürdürdükleri kirli işlerinin açığa çıkmasından korkan örgüt hem Lisbeth’i hen Blomkvist’i susturmak için faaliyette. Örgüt, İsveç gizli polisi içinde yapılanmış küçük bir çekirdek. Derin devletin daha derinine konuşlanmış, siyasi süreçleri hatta cinayetleri de kapsayan pek çok kirli operasyon yürütmüş, yasallığı olmayan ama yasaların kendilerine uzanamayacağından emin görevlilerden oluşuyor. İşlerini sağlama almak için bu kez de suikast düzenlemekten kaçınmıyorlar, bu kez de kazanacaklarından eminler. Ancak hesaba katmadıkları şey Lisbeth ve Blomkvist’in bu kez yalnız olmadığı. Cereyan eden olayların yarattığı şaşkınlıkla İsveç hükümeti gizli bir soruşturma açmış ve Blomkvist’le işbirliği yapma yoluna gitmiştir. Hayatında belki de ilk kez devlet kurumlarıyla, dahası gizli polisle bilgi alışverişine girmeyi kabullenen Blomkvist’in eli düşmanlarına nazaran daha güçlü görünüyor. Yine de köşeye sıkışanların yapacağı çılgınca davranışlara karşı tedbirli olmak ve Lisbeth’i korumak için acele etmek zorunda…
Polisiye Romanda Sistem Eleştirisi
Son günlerde “Bir Ankara Polisiyesi; Behzat Ç.” Adlı TV dizisi nedeniyle polisiyelerin sistemin gediklerini kapatma rolü ya da şiddeti meşrulaştırma potansiyeli üzerinde yapılan tartışmalara şahit olmuştuk. Komiser Behzat tipinin fiziksel şiddet kullandığı sahnelerde kötüler o kadar kötüydü ki, izleyici empati yaptığı dizi kahramanına “ellerin dert görmesin” demekten kendisini alamıyordu. Basit, doğal ve masum görünüyor değil mi? Sorun tam da bu doğallıkta ve masumiyette çıkıyor ortaya. Tıpkı ABD’de yeni sağın yükselişini simgeleyen “kirli Harry” dizisinde olduğu gibi, “Behzat Ç.” dizisinde de Komiser Behzat’ın dizginlenemez bireysel öfkesi olarak sunulan şiddeti, aslında sistemin bütün mantığına sinmiş şiddetinin gizlenmiş, masumlaştırılmış hali. Aslında onayladığımız sadece Komiser karakteri değil, sistemin ta kendisi… Ne yazık ki pek çok polisiye romanda, yazarın bilinçli bir niyeti olmasa, hatta –dizinin yazarı ve senaristi gibi- şiddeti onaylamadıklarını, gerçeğin böyle olduğunu iddia etseler bile- benzer bir onaylama durumuna, daha açık ifade edersem suç ortaklığına çekilir okuyucu. Bu durumda komplo teorisi üretmektense perspektif meselesine dikkat çekmek gerekir. Ya yazarla sistem arasında bir kopuş yaşanmamıştır ya da yazar popüler kültür endüstrisinin kuralllarına boyun eğmiştir.
Stieg Larsson’un “Millenyum Üçlemesi”nde bu tuzaklara düşmüyor. Başarısı sistemi dışına çıkarak eleştirebilmesinde. Polisiler, gizli polisiler, hakimler, mahkemeler, siyasetçiler, doktorlar, gazeteciler, iş adamları… Elini nereye atarsa atsın bir çürümüşlüğü ortaya koyacak ayrıntıları seçiyor Larsson’un gözleri. Günümüz insanının devlet ve kapitalizmin yarattığı –finas çevreleri, borsa, medya, polis teşkilatı, hükümetler, vb.- kurumlar karşısındaki çaresizliğini, kuşkularını, tiksintisini polisiye bir kurguyla toplumsal eleştiriye çevirmiş Larsson. Tuhaf tarafı sinizme ve karamsarlığa düşmemesi; umut ilkesini ama insanlığa dair bir umudu canlı tutan bir eleştiri bu.
Üçlemenin ilk iki kiitabında da dikkatimi çekmiş ve üzerinde durmuştum; ele aldığı konuyu onu destekler nitelikteki yan hikayeciklerle zenginleştiren, kriminalleşme eğilimi gösteren toplumsal hayatı polisiye bir kurguyla canlandıran Larsson, gazetecilik mesleğinin alışkanlıkları ile yazmış “Milenium Üçlemesi”ni. Dili edebi açıdan belki çok parlak değil. Buna karşılık hedefini tuturmayı, karakteristik ayrıntıları seçmeyı, vurgulamayı, teşhir etmeyi, hikayesine heyecan ve tad katmayı, iyi biliyor.
“Arı Kovanına Çomak Sokan Kız” romanı “Millenium Üçlemesi”nin sonu mu, açıkçası bilemiyoruz. Serinin –bulunmayan el yazmalarında saklı- bir dördüncüsünün varlığına, bu serinin aslında on kitap biçiminde tasarlandığına dair rivayetler dolanırken, yazarın sevgilisi kendisinin de katkılarıyla yazılan romanların yarım kalmış bir dördüncüsünün bulunduğunu ve çok yakında ilan etti. Bana kalırsa “Arı Kovanına Çomak Sokan Kız” üçlemeyi tamamlayan, noktayı koyan bir roman. Çok satacağından yana hiç kuşkum yok, ama aynı karakterlerle yazılacak yeni bir macera işi pehlivan tefrikasına çevirebilir.
Yeni yorum gönder