Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Derrida’nın tehlikeli yaratığı



Toplam oy: 1336
Jacques Derrida
BilgeSu Yayıncılık

Tehlikeli bir canlı hayal edin, içine sızdığı organizmayı kendi yapısını ona göstererek yıkan bir canlı, uzun yolculuğu boyunca bir organizmadan ötekine gidiyor. Jacques Derrida’nın Gramatoloji kitabı 44 yıl önce yayımlandığında, radikal felsefe alanında bir yeni okumalar dönemini açacağı belki de hemen anlaşılmamıştı. Çünkü bu idrak edilecek bir durum değil, uygulamalar aracılığıyla hissedilecek bir değişim olacaktı. 

 

 

Gramatoloji’nin kütüphanelerde tasnif edileceği kısım ‘Edebiyat Eleştirisi’dir, Derrida da öncelikle bir edebiyat eleştirmeni, metinleri okuyan metinler yazan biridir. Gramatoloji’de Jean-Jacques Rousseau’nun Dillerin Kökeni Üstüne Deneme’sinden yola çıkarak yapar bunu (Rousseau’nun kitabı, Ömer Albayrak çevirisiyle Türkiye İş Bankası Yayınları tarafından yayımlanmıştı. Gramatoloji’nin çevirisi ise bir başka yaratıcı çevirmene, İsmet Birkan’a ait. Bu çevirinin farklı nedenler ve yollarla, Nevzat Erkmen’in geçen yüzyıldaki Ulysses çevirisinden bu yana, açacağı yeni yolları ancak uygulamaları aracılığıyla hissedeceğimiz en ‘tehlikeli’ çeviri olduğunu söyleyebiliriz). 

 

 

Derrida’nın yöntemi “bir meyhanenin dışına (veya içine) kahverengi kesekâğıdı içinde bir bomba bırakmaya eş” olarak tanımlanmıştır ve bu çok yerinde görünüyor. Rousseau’nun metni, Aydınlanma’nın karşıtlıkları içinde düzenlenmişti: Medeniyet, yazılı dilde ısrar ederek konuşulan dilin özgürlüğünü zapturapt altına almıştı, bu da dilin dile ait olduğu özgür bir çocukluğun ardından gelen, barbarlar yoluyla uygulanan bir köleleştirme değilse neydi ki? Aydınlanma düşünürü bu köleleştirmeye karşı çıkar, konuşulan sözlü dilin asaletini vurgularken yazılı dilin tehlikeli doğasına vurgu yapar. 

 

 

Uygarlığı sorunsallaştıran bir proje

 

 

Derrida’nın incelediği bir başka metinler toplamı, bundan iki yıl önce 101 yaşında ölen, Yaban Düşünce ve Hüzünlü Dönenceler’in yazarı antropolog Claude Lévi-Strauss’a aittir. Lévi-Strauss Batılı uygarlıkların yazılı dil aracılığıyla ‘ilkel’ toplumları nasıl dönüştürdüğünü incelemiştir; ona göre, yazı bir esaret aracına dönüşmüş ve yazma pratiğine sahip olmayan toplumlara yeni hiyerarşiler öğretmeye yaramıştır. Derrida özünde katılır gibi göründüğü bu görüşlerde dahi sözün özgürlüğü ve yazının baskı kurucu temsilinden rahatsız olur. Örneğin ilkel toplumlarda ‘özel isimler’in ortaya çıkışının ancak yazı yoluyla oluşunun, sözel kültürde varolmayan özel isimlerin etimolojik ve kültürel olarak mülkiyetle, ‘özelleştirme’yle derin bağlantısının gösterilmesi Derrida’nın da katıldığı, uygarlığı sorunsallaştıran bir projedir. Ancak bu projenin kendisinin de sorunsallaştırılması, yapısöküme uğratılması gerekir. Bu da onun nasıl kurulduğunu göstermekle olur; ikili karşıtlıklar yoluyla inşa edilen metinler, etnik merkezci Batı uygarlığının  temellerini bir yer değiştirme yoluyla tekrar ederler. 

 

 

Uygar olanın barbar, barbar olanın uygar olduğunu göstermek sorunu çözmek değil, yeniden üretmek olur ancak. Derrida’nın yöntemi ise uygarlık-barbarlık ayrımlarını yaratan projenin işleyişlerini ve her yerdeliğini göstermekle ilgilenir daha çok.

 

 

Gramatoloji’de incelenen bir başka metin de Ferdinand de Saussure’un Genel Dilbilim Dersleri’dir. Saussure, Batı’daki yazı kuramlarının temel inançlarını sürdürerek dil içindeki konuşma/yazı ikililiğini yazının konuşmaya tabi olduğu, onun basit bir temsili olmaktan öteye geçmediği görüşünü tekrarlar. Kökenleri Platon’un Phaedrus’una kadar uzanan bu geleneğe göre düşünce ve konuşma arasında temel bir bağlantı vardır, yazı konuşmanın temsilidir. Oysa Derrida, özellikle de Hegel’in Tinin Görüngübilimi kitabıyla birlikte yazının kendisinin, uygulanışının bir teknoloji ve siyaset olarak araçsallaştırılmasını önemser. Bu çerçevede konuşma eylemi, yazmanın öykündüğü özgün hali değil, yazmaya öykünen bir eylem de olabilir pekâlâ. Yani yazarken konuşmayı taklit ettiğimiz kadar konuşurken de yazmayı taklit ederiz. 

 

 

Başka metinleri okuma ilhamı veriyor

 

 

Gramatoloji, başka metinleri okuma ilhamını okuyucuya veren bir ilhamla yazılmış. Şiirsel bir anlatıya, tehlikeli fikirlerin kenarında gezinen bir akıl yürütmeye ve bize aldanışların, aldatıcılığın kökenleri arasında dolaşma duygusu veren bir ‘olay örgüsü’ne sahip olduğundan dahi bahsedilebilir. Bu da dikkatimizi metinlerin işaret ettikleri şeylerden çok metinlerin kendi kuruluşlarına, bir metnin kendi yapısıyla bahsettiği şeyin yapısı arasındaki, birbirini belirleyen ilişkiye çekmesinden geliyor. Zaten yazının bir ‘çocukluk’ dönemi olarak konuşma dilini kutsaması, onu kendisinin karşısında bulunan bir özgürlük hali olarak tanımlaması da 19. yüzyıldaki yoğun Şarkiyatçılık’la doğrudan ilişkili. Çinceye yönelik ilgi, sesleri değil fikirleri temsil eden ideografik alfabelerin incelenişi, Hint-Avrupa dil ailesinde (Saussure’ün incelemesi örneğin, yalnızca Yunan geleneğini ve devamını kapsıyordu) dilin gösterenleriyle gösterdikleri arasındaki ilişkinin bütünüyle tesadüfi oluşunun yaygın bir fikir olarak dolaşıma girişi, Derrida için yol açtıkları sonuçlar ve hizmet ettikleri çıkarlar açısından da önemli meseleler. Ancak örneğin okuryazarlığın öğretilmesinin gerçekte zorunlu askerlik fikriyle ve yasaları evrensel biçimde işletmek için yasaları geniş kitlelere öğretmekle ilişkili olduğu görüşüne şüpheyle yaklaşıyor. “Yasaları bilmemek suç işlemenin gerekçesi olamaz” anlayışı çerçevesinde okuryazarlığı hiyerarşik yasaların uygulanışının temellerini hazırlayan bir proje olarak gören Claude Lévi-Strauss, yazılı kültüre olan karşıtlığında sözel dili romantikleştirişiyle uygarlığın tuzağına düşüyor Derrida’ya göre.

 

 

 

Büyük bir ‘tanıdıklık’ duygusu

 

 

Uygarlığın ışığından, cumhuriyetin soyluluğundan, cahillerin karanlığından ve geri kalmışların soysuzluğundan bahseden gazeteleri okuyarak büyümüş bir kuşağın, şimdi uygarlığın karanlığından, cumhuriyetin soysuzluğundan bahseden yazıları okuduğunda hissettiği duygu nedir? Herhalde büyük bir ‘tanıdıklık’ duygusu. Derrida’nın Gramatolojisi, bu duyguyu tahlil etmek için de iyi bir imkan sunuyor. Aydınlanma projesi kadar onun sökümünü yapan aydınlanma karşıtı proje de aynı karşıtlıklarla konuşuyor ne de olsa. Saddam Hüseyin nihayetinde Batı uygarlığına değil ‘insanlığa karşı’ işlediği suçlar için idam ediliyor, ülkeler ilkel oldukları için değil, uygarlığa ulaşmalarını engelleyen ilkel diktatörleri yüzünden bombalanıyor. 

 

 

Cumhuriyetçilerin sorunu ilkel olmaları, ilkelliklerden hoşlanmayanların sorunu da bundan farklı değil. Derrida’nın kesekâğıdına sarılı tehlikeli fikri ise bu yukarıda örneklenen konuşma dilini değiştirmekle ilgili; nefret suçu işlemekle nefret suçu işleyenlerden nefret etmek arasındaki ayrım ne de olsa ancak tarihsel olabilir. Eğer “başka bir dil” konuşmanın imkanları konuşulacaksa Gramatoloji ilk okunacak kitaplardan biri olmalı, ne de olsa bize hem ister sözlü ister yazılı olsun, dile bir anlamda mahkûm olduğumuzu gösteriyor hem de bu mahkûmiyetimizi belli karşıtlıklar üzerinden yüzyıllardır nasıl yeniden yarattığımızı önümüze seriyor. Ama bunlar tehlikeli düşünceler, hayır, dile getirilmemesi gereken görüşler, Yasa’nın artık izin vermeyeceği bu fikirler şimdi geriye çekilmeli, karanlık bir köşede yazılan metne ve bir fısıldamayla dile gelen, söyleyenin dahi zar zor duyduğu sözcüklere çekilmeli, tâ ki o tehlikeli hayvanın nüfuz edeceği yeni bir organizmanın görüntüsü yeniden ufukta görkemli bir biçimde ortaya çıkıncaya dek. 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.