Morrissey 2006’da Parkorman’a geldiğinde, yıllarca eski grubu The Smiths’in şarkılarıyla yatıp kalkan, onun sözlerinde, söyleyişinde derin anlamlar bulan, kendini adeta onunla özdeşleştiren taraftar kitlesi büyük bir heyecan yaşamıştı. O konsere “Merhaba! Zeki Müren! Morrissey!” diye başladı. Halbuki, dünyanın en egzantrik personalarından Sanat Güneşi, sahne önündeki kitlenin ekseriyeti için başka bir kuşağın, hatta kültürün ürünü gibiydi. Fakat Morrissey’in ondan büyülenmemesi için de bir sebep yoktu.
Geçen sene İngiltere’nin Eurovision elçisi olduğu dedikodusu yayılmıştı da, “O kadar da değil” nidaları yükselmişti herkesten. Kitsch’e eğilimi, sağının solunun belli olmayışı “Acaba mı?” sorusunu da sorduruyordu öte yandan. Şimdi yine Zeki Müren’lerin, Bülent Ersoy’ların memleketinde, Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya geliyor. Hep o memnuniyetsiz, mütereddit, meyyus halini korusa da, müziği kah bırakıp kah dönse de, müzikal olgunluğunun doruğunda sayılır artık. Üstünde fit bir takım, kravat ve cilalı makosen, distorte gitarlar eşliğinde ağlayıp inleyecek yine. Biz yine de, elinde bir adet gül, beyaz gömleğini yırtıp savuran o mutsuz edebiyat neferini göreceğiz karşımızda…
Biz Duran Duran dinlerken
İrlanda göçmeni bir ana-babanın çocuğu olarak Manchester’ın yağmurunda pusunda büyüdü. O haliyle, glam rock’un yaldızlı alemine kaçmaktan daha iyisini bulamazdı herhalde. Bugün hala New York Dolls’u minnetle anıyor. İkinci kuşak punk’çılardan, ’78 girişli yani. Bu dönemde birkaç grup kurmuşluğu da var. Öte yandan, hayatını ve sanatını belirleyen Oscar Wilde ve James Dean üstüne kitaplar, şiirler yazıyor.
1982’de gitarist Johnny Marr’la tanışması, sadece kendisi için değil, İngiliz müziği için de dönüm noktası olacak. Ancak 1987’ye kadar sürecek olan bu serüven, başlarda John Peel gibi hamilerin yoğun desteğiyle, hakikaten de rock vokabülerini genişleten, post-punk’ı edebi bir pop davranışıyla genişleten, aşılmaz bir hamleydi. O esnada Türkiye, aslında Amerika da, daha ziyade Yeni Romantiklerle, Duran Duran, Spandau Ballet gibileriyle tanışıktı. The Smiths’i ‘90’larla, derinden etkiledikleri Brit-rock’çuların saygı duruşuyla tanıdık desek yeri. Halbuki ‘80’ler İngiltere’sini, Thatcher bozgununu Simon Le Bon’un yatları değil, Morrissey’in kederli ve zekice sözleri, Marr’ın rock’n’roll’un köklerine sadık riff’leri daha iyi temsil ediyordu. Morrissey’in komplike, muğlak, anlamı hemen ele vermeyen, ağdalı İngilizcesi, The Smiths’in şarkılarını has edebiyat seviyesine, şiir evrenine evriltirken, yıllarca tartışılacak temel yönelimlerinin kökleri de bu yıllarda atıldı. Meat Is Murder diyordu mesela, “Et yemek cinayettir” (“Kesilip bir tabakta sunulacak Elton John hariç” diye ekleyecekti yıllar sonra). Nitekim bugüne dek adanmış bir vejetaryen mücadeleci oldu Morrissey. Kraliyet ailesine sunduğu nefret duyguları The Queen Is Dead'de somutlaşmıştı, onca milliyetçi salınışa rağmen bu tavrından geri atmadı. Ama esas Morrissey imgesi, neredeyse bütün şarkılarına sinen cinsel kuşkuda, acı bir benlik duygusunda cisimleşti.
Bugüne kadar Morrissey’in cinsel tercihi o kadar çok tartışıldı ki, artık bu türden sorulara ya cevap vermiyor yahut genellikle yaptığı gibi kafaları daha da karıştırmak için bir yol buluyor. Eşcinsellikten aseksüelliğe, egoizmden narsisizme, türlü çeşit hal ve gidiş yakıştırılırken, kendiyle mutlu olduğunu her seferinde vurguladı Morrissey. Zeki Müren gibi görkemli gey ikonlarından kaslı ve terli boksörlere, homoerotik külliyatın her türüne ilgisini gizlemedi ama, net bir açıklamadan da her zaman kaçındı. Bugünün dünyasında “Come out” yapmaktan çekinmesini gerektirecek bir durum olmadığını o da bilir tabii, ama buna ihtiyaç da duymadı. Bu ruh hali, The Smiths’ten itibaren şarkılarına sinen kendinden memnuniyetsizlik, kendine acıma, eza ve cefa satırları, bir tür ergen mutsuzluğunun tercümanı olmasına da yol açtı. Bu anlamda, en çok mutsuz oğlan çocuklarının şarkıcısıdır Morrissey. Some Girls Are Bigger Than Others'la, You’re The One For Me, Fatty'yle o sivilceli oğlanların kızkardeşlerinin gönlünü almayı da bilmiştir ama.
İngiliz mariachi
Morrissey’de tezat çok. Milliyetçi Cephe’ye yazılmış bir oğlan çocuğunu anlattığı National Front Disco'yu İngiliz bayrağına sarınıp okumasıyla, Bengali In Platforms, Asian Rut gibi şarkılarında Asyalı göçmenlerin tutunma çabalarını anlatış tarzıyla, en son vahşice hayvan kestikleri için Çinlileri 'düşük bir halk' olarak tanımlamasıyla ırkçılık suçlamalarının da yıllarca kıyısında gezindi. Son hitlerinden Irish Blood English Heart bu intibayı geliştirebilirdi ama, o tuhaf Morrissey dengesini güçlendirdi en fazla. İngiltere sokaklarında artık klasik İngiliz aksanını duyamaz olmuş, memleketi kendine has rengini yitirmiş, bundan mustaripmiş.
İngiliz diline rock sahasında benzersiz bir ifade gücü kazandıran bu İrlandalı adam, uzun yıllardır en olmayacak şeyi, en kendinden beklenmeyecek şeyi yapıyor, California’da yaşıyor. O tarihsiz, geniş sokakları, o parlak güneşi ve uzun sahilleri eski bir dinleyicisi ona asla yakıştıramazdı hakikaten. Bir de bir sürü Latino hayran edinmiş ki, son albümü Years Of Refusal'ın mariachi trompetleri daha önce duyulmuş şeyler değildi. Yakışmış gerçi.
Morrissey’in solo kariyeri The Smiths etkisini asla kazanamadı. (Bir başka ifrit olduğu soru da, grubun tekrar bir araya gelip gelmeyeceği.) Fakat bu, bazı albümlerinin kötülediği, Morrissey’in üslup ve ifade gücünü yitirdiği, o sert kadife sesinin etkisizleştiği anlamına gelmiyor. 2004’ten itibaren yayınladığı, adeta birbirini tamamlayan üç albüm, onu rock tarihinin en büyükleri arasına yazanları pek de haksız çıkarmıyor. Bugünlerde otobiyografisini tamamlamakla meşgul. Zaman zaman gönlüne göre bir plak şirketi bulmakta zorlansa da, Londra’nın en büyük yayınevleri kitabın hakları için birbiriyle yarışıyor.
Yıllarca özenle ördüğü kozasından ne kadarını açar, iç aleminin gizemini ne kadar gösterir, bu kitapta, bilinmez, fakat yazdığı, söylediği şarkılarla daha çok insana tercüman olacak, insanlık durumundan kederli manzaralar boyamayı sürdürecek Morrissey. 19 Temmuz’da melankolik düşünceleri hard rock gitarına bulayarak ölçülü biçili bir vecd serenadı düzenleyecek İstanbul’da. Bunca yıl sonra hala “Kimse beni sevmiyor” diye kendini acındırmaya bayılıyor, yanıldığını bir kez daha Açıkhava’da görecek.
Yeni yorum gönder