Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Devrimci Yol'un öyküsü



Toplam oy: 1001
Adnan Bostancıoğlu
Ayrıntı Yayınları
Devrimci Yol, her ne kadar tarihin en kitlesel hareketi olup, farklı sınıflarla değişik bağlar kurmayı başarabilmiş olsa da, bir öğrenci hareketi olmaktan bir sınıf hareketi olma aşamasına geçememiş.

Bu yazının potansiyel okuyucularının çoğunluğunun doğum tarihi 1980 sonrası olmalı. Bizim kuşağımızın hayatında belirleyici bir rol oynayan 12 Eylül darbesinin onlar için ne ifade ettiğini düşünmeye çalışıyorum. Benim doğumum da hemen 1960 darbesinin ertesinde olduğundan, empati kurabilmek için gençliğimde 1960'ı nasıl düşündüğümü anımsıyorum: Uzak, bilinmeyen, tarihte kalmış bir zaman... Bir hikâye, bir masal gibi. 1923 neyse, bu da o. Onun kadar uzak.



Üstelik 1960 ile 1980 arasında gündelik yaşamın niteliği, teknolojinin hayatımızdaki yeri açısından TV'nin ve normal telefonun biraz yaygınlaşmış olması dışında kayda değer nitel bir fark yokken, 1980'lerde doğmuş bir insan için teknolojisiz bir dünyada yaşamayı tahayyül etmek neredeyse imkânsız. Dolayısıyla olanı biteni, dönemin ruh hâlini anlayabilmek, hissedebilmek çok güç. Sadece tarih değil, bugünkünden tamamen farklı bir dünyada yaşanmış bir dönem. Üstüne üstlük hakkında her yönden çok farklı yorumlarda bulunulmuş...



1968, gençliğin merkezinde olduğu bir kalkışmaydı. Tarihin büyük gelgitleri hesaba katıldığında ise, 100 yıllık bir dalganın kıyıya ulaşan ve tepeden çatlamaya başlayan son parçasıydı belki de. Nitekim 1970'ler bütün dünyada sol hareketlerin son kurşunlarını harcadığı bir dönem olurken, 1980'ler neo-liberal dalganın yükselişini ve mevcut Sosyalist sistemin çöküşünü beraberinde getirdi.



68'in ertesinde 1970'lerde, dünyanın değişik bölgelerinde, birbirine çok benzeyen, marksizmden esinlenen, ağırlıklı olarak Küba Devrimi ve Vietnam Kurtuluş Savaşı’ndan etkilenen; kuşkusuz yerel motiflerden de beslenen ama geleneksel komünist hareketlerle arasına mesafe koyan ve genellikle kendilerini ‘devrimci’ olarak tanımlayan hareketler ortaya çıktı. Farklı coğrafyalarda, hatta kıtalardaki bu hareketlerin birbirlerine benzerlikleri çok ilginçtir. Geleneksel komünist hareketle aralarına mesafe koymalarının nedeni bu hareketin mevcut tarihsel anda olanaklarını tüketmiş olduğu hissiyatı ve -bölük pörçük- bilgisiydi. Yani kendilerini de ortadan kaldıracak koşullar, aynı zamanda doğuş nedenleriydi.



Devrim olanaksızdı



Bu marksizm etkili son umutsuz dalganın (neden umutsuz olduğu konusu bu yazımızın sınırlarını aşıyor) Türkiye'de en kitlesel temsilcisi Devrimci Yol hareketi olmuştur. 12 Eylül değerlendirmeleri genellikle İşçi sınıfı ve komünist hareketin küresel durumundan bağımsız olarak Türkiye ölçeğinde yapıldığı için, bu değerlendirmelerde yerel bir yenilgi algısı, duygusu ağır basar. Bu noktadaki ‘yenildik’ ya da ‘kaybettik’ değerlendirmesindeki öznenin küresel ölçekli bir özne olduğu gözden kaçtığında, yenilginin nesnel bir değerlendirmesini yapmak olanaksız hâle geldiği gibi, hareketin içerisinde yer alan insanlara haksızlık yapmak da kaçınılmaz oluverir. Sanki birtakım kişisel hatalar olmasa devrim olacaktı gibi. Yine bu yazıda açımlayamayacağımız kapsamda bir sorun olarak marksizmin 20. yüzyıldaki teorik gelişmesinin ve pratik uygulamalarının söz konusu dönemde olanaklarını çoktan tüketmiş olduğunu, hatta geride ciddi hasarlar bırakmış olduğunu dikkate aldığımızda şunu açıklıkla kabul etmemiz gerekir: Devrim zaten olanaksızdı. Hareketin küresel ölçekte dağılmasının ve yeniden bir başka düzlemde toparlanacağı bir devreye girmesinin, yani diyalektik bir devinim gerçekleştirmesinin zamanı gelmişti.



Adnan Bostancıoğlu, içinde yer aldığı Devrimci Yol hareketinin davaya göre 1. numaralı ismi Oğuzhan Müftüoğlu ile uzun bir söyleşi yapmış ve kitaplaştırmış. Her ne kadar kitabın alt başlığı “Oğuzhan Müftüoğlu Kitabı” olarak geçse de Müftüoğlu mümkün olduğunca kendisini sakınmış. Elbette bir hareketin, bir kişinin hayatının öyküsü bu.



O kişisel hayat, ‘hareket’le o kadar iç içe geçmiş ki, Müftüoğlu'nun ketumluğu, samimiyeti ve hassasiyetleri ön plana çıktığından, bu kitaptan Müftüoğlu hakkında bir fikir edinmek için okuyucunun ilâve bir çaba göstermesi gerekiyor. Aslında satır aralarından okuduğumuz öykü, dönemin birçok devrimcisinin öyküsü.



Çoğunlukla iyi kalpli, çıkarsız, fedakâr olan bu genç insanlar; ülkelerinde hissettikleri adaletsizliğe, eşitsizliğe ve haksızlıklara karşı duydukları isyan duygusu ile bu hareketle birleşirler. Kuşkusuz her toplumsal harekette olduğu gibi devrimci hareketlerde de kariyerist, değişik ruhsal ya da kişisel motiflerle hareket eden insanlar bulunur. Ama devrimcilerin çoğunluğu hiçbir karşılık beklemeden hayatlarını adarlar.



Sadece iki yıl!


Müftüoğlu'nun gerek 1970 öncesi Dev-Genç yönetimine girmesi, 70'lerin sonunda da kendisini birden Devrimci Yol hareketinin önder kadroları arasında bulması da böyle bir süreç. Bu durum devrimci hareketleri kendi kariyerleri ve sözde liderlikleri açısından bir araç olarak gören ve yaşayan sorunlu kişiliklerle derin bir tezat oluşturuyor. Öte yandan reel politika alanının zorunlu kirlenmesi hesaba katıldığında, kitlelerin ‘lider’ kültü ihtiyacı düşünüldüğünde, Müftüoğlu gibi bir ‘lider’in kirli politik süreçlerin ideal lider tipolojisi olmadığını düşünmeden edemiyor insan. Müftüoğlu'nun, kendi süfli varoluşu ile başı dönmüş, önüne geleni harcayan, insan canına duyarsız, ruhsuz tiplerden olmadığını hissettiriyor satırlar.




Kitabı okuduğum zaman bunca zamandır düşünmediğim bir gerçeği daha fark ettim: Belki de hayatımızı bu denli derinden etkilediği, içinde çok şey yaşandığı için, bize çok uzun yıllarmış gibi gelen sürecin aslında ne kadar kısa olduğunu... Türkiye tarihinin belki de en kitlesel devrimci hareketinin ömrüne baktığımız zaman, gördüğümüz süre sadece 2 yıl! 1970'lerde yaşanan ne denli büyük bir küresel ve noktasal devinimmiş ki, 2 yıl içerisinde bir hareketin bunca kitleselleşebilmesini mümkün kılabilmiş! Hem dönemin, hem de dönemin en önemli hareketi olan Devrimci Yol'un sosyalistler tarafında çok daha derinden, çok daha uzun süre tartışılması, irdelenmesi gerekiyor.



O dönemde İşçi Sınıfı vurgusunu daha yoğun yapan, kendilerini işçi sınıfı partisi olarak adlandıran ve geleneksel Komünist hareketin yanında yer alan TİP, TSİP, TKP gibi hareketler, kendi dışlarındaki bu devrimci örgütler için ‘öğrenci hareketi’ derlerdi. Bu niteleme kuşkusuz politik rekabet içerisinde bir küçük görme, değersizleştirme boyutu  içerirdi. Ancak öte yandan bu nitelemeyi yapanların yaşça daha büyük, politika ve yaşam deneyimi daha fazla olan sosyalistler olduğunu, bu ‘yeni yetmeler’in de onların yanında yetiştiğini hesaba kattığımız zaman pek de boşuna konuşmadıklarını anlarız. Kitabı okumam bu eleştirinin de pekişmesini sağladı. Devrimci Yol hareketi her ne kadar tarihin en kitlesel hareketi olup, farklı sınıflarla değişik bağlar kurmayı başarabilmiş olsa da, bir öğrenci hareketi olmaktan bir sınıf hareketi olma aşamasına geçememiş. Ama ömrünü hesaba kattığımızda, yanına da Türkiye sınıf hareketinin koşullarını eklediğimizde nesnel olarak bunun pek de olanaklı olmadığını eklemek durumundayız.



Bitmeyen Yolculuk kitabını bitireli bir aydan uzun bir süre oldu, ama beni düşündürmeye devam ediyor. Tekrar başa dönersek 80'lerde doğmuş şimdi 30'larına adım atan insanlara ne anlatır, ne hissettirir bilmiyorum, ama saf ve samimi bir şekilde devrimci ve sosyalist hareket içerisinde yer almış tüm 50'lik eski tüfeklere şiddetle öneriyorum. Teşekkürler Bostancıoğlu, teşekkürler Müftüoğlu.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.