Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Di̇stopyaya Yolculuk: Tokyo'nun Son Çocukları



Toplam oy: 143
Tokyo’nun Son Çocukları, Yoko Tawada’nın distopik, biraz da klostrofobik bir romanı. Yoko Tawada’nın akademik yaşantısının getirdiği çok yönlü bakış açısıyla da Tokyo’nun Son Çocukları’na başlı başına ruh verdiği aşikâr. Roman, uzak bir gelecekte geçiyor olsa da, Tawada yer yer eleştirdiği konular ve yaptığı benzetmelerle mevcut sağlık, eğitim, kültür politikalarına da kahramanları aracılığıyla usulca göndermelerde bulunuyor.

Tarih, coğrafya, biyoloji, antropoloji, astronomi, matematik ve daha fazlasının, -bir de tabii ki, Türkiye’nin son iki haftasına damga vuran 10 yaşındaki kristal çocuğumuz Atakan’ın deyimiyle tüm bilimlerin babası olan felsefeyi unutmayalımbir araya gelip, gidişattan her dem muzdarip kehanetlerle kâinatı yorumlamadıkları bir gün bile olmamıştır muhtemelen. Geldi Batlamyus’un dünya merkezli evreni, gitti Kopernik’in Güneş sabiti. Bitki biliminden hayvanata evrilen Lamarck öldü, Darwin doğdu. Sevdayı meydana getiren zahiri sebepleri sıralarken yükselen nabızları, “Normal olanı kanın bakiyesidir, karaciğerde meydana gelir, bir kısmı kana karışır, bir kısmı dalağa geçer” diyerek düşüren İbn-i Sina kondu, Farabi göçtü. Yerkürenin sırrına bilim de bir yerde çaresiz kaldı. Terkip bu ya; sığındık gönüllere, sızdık harflere. “Bir bahçeye giremezsen durup seyran eyleme. Bir gönül yapamazsan yıkıp viran eyleme” dedi Yunus, her şeye yetti.

 

Dünya üzerindeki tüm insanların tüketebileceğinden katlarca fazlasını ürettiği halde bir nefesini bile bize koklatmadığı oksijenine karşılık Amazon’a mı şaşmalı, vücudumuzun elzem elementlerinin yıldızlardan bozma olduğuna mı? Yaprak kesen karıncaların muazzam mimarlığına mı hayret etmeli, onikitelli cennet kuşlarına mı? Böylesi bir düzenin parçası olmak cânım seyyaremiz için ne anlam ifade ediyor bilmiyorum. Bütün türlerin bilgeleri toplanıp bir hüküm verse hakkımızda, neticenin bizim için parlak olmayacağı yönünde genel bir kanı var. Otokritiğimiz sağlam, aksiyonumuz zayıf. Bir kısmımız hem aşırı optimistlerin ütopyalarında hem de pesimistlerin distopyalarında debeleniyor. Az önce kulaklarını çınlattığımız üzere, gidişattan her dem mustarip kehanetlerle kâinatı yorumlayanlara biraz daha kulak kesildiğimizde uzak gelecekte insanları ürkünç şeylerin beklediği olasılığı yüksek. Yine de bilmek pek mümkün değil, belki de insan beyni ve duyuları evrildikçe evrilecek, tanımlar değişecek. İyi, kötü, korku ve umuttan ‘eski insanların varoluş sancısı’ olarak bahsedecekler. Belki de bu kelimelerin esamesi okunmayacak. Etimoloji yine revaçta olacak ama, ‘merak’ kendisini hiç eksiltmeyecek; keza insanı distopikleştiren şeylerin hammaddesi bir duygu.


Ölmeyen ihtiyarlar, büyümeyen çocuklar
Yoşiro’nun yerinde olmak tüm bu farazilere kısmen son verebilir: Japonya’nın tüm dünyaya kapılarını kapattığı, ihtiyarların bir türlü ölemediği, çocukların büyüyüp serpilemediği bir zamanda 100 yılı aşkındır yaşamaya tüm kuvvetiyle devam eden Yoşiro’nun… Geçtiğimiz ay, Siren Yayınları’ndan çıkan Tokyo’nun Son Çocukları, Yoko Tawada’nın distopik, biraz da klostrofobik bir romanı. Eserin konusundan ziyade, akıcılığını sağlayan en önemli faktörlerden biri, Japon edebiyatındaki pek çok kitabın dilimize çevirisindeki başarısıyla adından söz ettiren Hüseyin Can Erkin kuşkusuz.
Yoko Tawada’nın akademik yaşantısının getirdiği çok yönlü bakış açısıyla da Tokyo’nun Son Çocukları’na başlı başına ruh verdiği aşikâr. Roman, uzak bir gelecekte geçiyor olsa da, Tawada yer yer eleştirdiği konular ve yaptığı benzetmelerle mevcut sağlık, eğitim, kültür politikalarına da kahramanları aracılığıyla usulca göndermelerde bulunuyor. ‘’Sağlığınız için erken kalkın’’ diye çıkan haberlerin arkasından ‘’Sabah geç kalkan çocuklar daha çabuk uzuyor’’ tespiti geliyor. Ara öğün yiyen çocuklarda iştah sorunundan yakınılırken ani bir manevrayla, çocuklara atıştırmalık verilmezse bunun buhrana yol açtığı analizleri yapılıyor. Yani Yoşiro’nun serzenişlerine dikkat edersek gelecekte değişmeyen şeyler de olacak gibi.
Sonsuzluğun ağırlığı
Bir ülke düşünün, kamusal alanda 40 saniyeden uzun yabancı dilde şarkı söylemek yasak, İngilizce öğrenmek hak getire! Çiftçi alan şehirler 12 yaş üstü çocukları olan aileleri onaylamıyor. Kadınları 55 yaş üzerinde, erkekleriyse kısırlaştırma ameliyatı geçirmiş olmaları şartıyla kabul ediyor. Besinler kolayca zehre dönüşebiliyor, yaşı geçkin ihtiyarlar ağır işlerde çalışabilirken, 10 yaşındaki çocukların dişleri kızarmış bir ekmeği ısıramayacak kadar kırılgan, ayakları elli adım yürüyemeyecek kadar çelimsiz. İşte o çocuklardan biri de Yoşiro’ya ‘büyükdede’ diyen Mumei. Öksürük tutunca öksüren, yiyecekler yutağında alçalıp yükselince sadece kusan ama bunu bir eziyet olarak görmeyen, bildiğimiz anlamıyla ‘acı’yı dert etmeyen Mumei… Komşu kızlarının güneş enerjisi ile çalışan bir kas giysisi giydiğini anlayan Yoşiro’nun durumu mu daha acı, yoksa “Ne kadar güzel bir elbise” diyen Mumei’nin mi? Galiba yerçekimine çoğu zaman yenik düşen ama bunu yaşamın olağan akışı olarak Mumei, kendisinin ihtiyar değil, yüz yaş sınırını geçtiği andan itibaren yürümeye başlayan yeni bir insan türü olduğunun farkında olan, sonsuz yaşamın ağır yükünü sırtlanmış Yoşiro’ya üstünlük sağlıyor gibi…
Fukuşima çağrışımı
Tokyo’nun Son Çocukları, içeriğinde ele aldığı konular itibarıyla insanda her daim baskın gelen ölüm korkusunun bir yansıması gibi sanki. “Yalnız ölümün çaresi yok” diye düşünürken, Yoşiro’nun, Mumei’nin, Marika’nın, Amana’nın ve başka kahramanlarının hikâyesiyle birlikte “Ölümsüzlük deva değil” dedirtiyor. Kitapta, bir dehşetin içinde kendisini karantinaya alan Japonya’ya, meyve krallığı olarak anılan ve şeftalisiyle meşhur Fukuşima’yı da hatırlatıyor. Ülkenin 2011 yılında yaşadığı deprem ve tsunami sonrasında gerçekleşen nükleer felaket, Çernobil’den sonra dünyanın en büyük nükleer faciası olarak anılırken, yaydığı radyasyon, üstünden 9 yıl geçmesine rağmen artarak dünyaya dağılmaya devam ediyor.
Şimdi Fukuşima dendiğinde aklıma bir şey daha gelecek. Tokyo’ya gelen bir bıçak ustasından aldığı bıçakla torununa, portakalın içinde gizlenmiş yararlı özütleri sunmayı umut eden Yoşiro’nun sözlerini: Ey portakalın buruş kırış yüzü; ey, daha da içeride dışarıya tek damla sıvı bırakmayan zar! Bu kat kat zarlar yüzünden benim sevgili torunum meyve suyunun tadına varamıyor!

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.