Tek kollu bir resim öğretmeni sürekli aynı kadının portresini yapıyor. Kadın, koynuna yolladığı genç kızın bedeni üzerinden, uzaktan birleşiyor tek kollu resim öğretmeniyle. Kadının ölü nişanlısı, başka erkeklerin hayatında yaşamaya devam ediyor. Bir genç kız, öğretmenleri hakkında yalan aşk mektupları yazıyor ve onları kayalıklara saklıyor. Erkeklerle kızların arasına bisikletler giriyor. Erkekler karşı kaldırımda duran, kocaman bir başı ve kuyruğu olan bir ejderha gibi. Bir genç kız ölüyor. Bir ihanet gerçekleşiyor. Bir genç kız rahibe oluyor. Ve kadın böylece zamanda donuyor. Hayatının baharında. Kuruyor. Oysa, şehvetli rüzgar tanrısı Zephyrus, orman nemfi Chloris’i kaçırıp ona sahip olduğunda; Chloris, doğaya hayat katan, yerden çiçekler fışkırtan Bahar tanrıçası Flora’ya dönüşmemiş miydi Boticelli’nin Primavera adlı tablosunda? Zamansız ve yalnız tanrıça Venüs, doğanın, ahlâksızlıktan ve kötülükten bir yaşam kaynağı yaratarak kurduğu bu dengeye tanıklık etmemiş miydi?
Muriel Spark’ın elinde bahar, bir zaman birimine, dişi bir zaman birimine dönüşüyor ve soruyor Spark: “Bir kadın, kadın olamazsa ne olur?” Bayan Jean Brodie’nin Baharı’nı okurken hep bu soru meşgul etti beni. Bayan Brodie, romanın geçtiği 1. Dünya Savaşı sonrası İskoçya’sının kadınlarından biri. Savaş yüzünden kız kurusu kalmış; hayatındaki boşlukları sanatla, felsefeyle ve seyahatle doldurmuş; dine kulak asmayan; erkeklerle erkekmiş gibi konuşan; kuralları ve düzeni umursamayan bireyci ve feminist bir kadın. Bu özellikleri onu kızlar okulunun en sıradışı öğretmeni, öğrencilerini okulun en elit sınıfı yapıyor. Ancak sakın hikayenin o bildik ‘sevgili öğretmenim’ duygusallığında ilerlemesini beklemeyin. Hatta, bütün edebiyatlarda yer alan kutsal öğretmen mitini cesaretle yıkıyor.
Bayan Brodie’nin içinde donup kaldığı hayatın baharının cinsel kıpırdanışları, ergenliğe yeni giren kız öğrencilerinin cinsel uyanışlarıyla birbirine karışınca, önce kolektif bir ‘kadın olma’ sancısına sonra rekabete dönüşecek. Muriel Spark, Bayan Brodie’yi, öğrencilerini, kendisi gibi hayatın baharında donup kalmamaları için, uygun gördüğü gelecek senaryolarına yönlendirirken kahramanlaştırıyor. Aynı Bayan Brodie, öğrencilerini kendi uzantısıymış gibi görüp onlar üzerinden kadınlığını yaşamaya kalktığında canavarlaşıyor. Ahlâk bekçisi okul müdiresinin ve kıskanç bir öğrencinin ihanetinin kurbanı olduğunda ise acınacak bir kadına dönüştürüyor başkahramanını yazar. Hiçbir roman kahramanı bu kadar nefret edilirken bu kadar sevilmemiştir.
Feminist idealler
Feminist edebiyat eleştirisiyle yaklaşırsak eğer, Muriel Spark’ın asıl ‘kötü kadınlar’ olarak; doğurmaktan başka bir şey bilmeyen, kilisenin ve toplumun kurallarına başkaldırmadan yaşayan, kendilerini bütün benlikleriyle bir davaya adamayan, ahlak kumkumalığı yapan, cahil, cinsel bağımsızlıklarını ilan etmemiş, topluluktan sıyrılmaya cesaret edemeyen kadınları görürüz. Bu nedenle, romanın tarihsel arka planındaki faşizim, kurgusal olarak çok önemli bir işlevi yerine getirse de; roman birçok eleştirmence faşizm hicvi olarak tanımlansa da, benim için kitabın asıl meselesi olan ‘kadın olma halleri’ yanında, politik yanı ikincil kalıyor. Bayan Brodie’nin çizdiği ideal kadın olmayı başaramayan kız öğrencileri, feminist ideale de uymayan hazin sonlar bekliyor. Boticelli’nin Primavera’sına dönecek olursak, kendisi Bahar tanrıçasına dönüşemeyen Bayan Brodie’ye, saldırgan eril Zephyrus rolünü biçmiş neredeyse Muriel Spark. Romandaki erkek karakterler ise ya tek kollu, ya bakıma muhtaç, ya ölü.
Gelecek kehanetleri
Muriel Spark, kendisi gibi Edinburgh’lu olan David Hume’un yığın teorisinden (bundle theory) ilham almışcasına yazmış bu romanı. Benliğin duygular, gözlemler, algılar ve düşünceler toplamı olmasından yola çıkarak zamanda ileri ve geri sıçramalar üzerine kurulu bir teknik kullanmış. Kullanılan gelecek kehanetleri, hüzünlü ve kaderci bir tavır katıyor anlatıma. Biçemin temaya bu kadar uyması nadir bir buluşmadır.
Karakterlerin hatırladıkları, sadece şahit oldukları değil. Ama gerçeğin içinde boşluklar olmasına tahammülümüz yoktur. Edebiyat, sadece gerçeği betimlemekle yetinmez, zamanla kavga etmeyi de sever. Muriel Spark, zaman kavramını manipüle ediyor, karakterleri varoldukları algı akışı içinden çıkarıp bir hikayenin içine sokuyor. Yaşanmamışlıklar ile yaşananlar arasında öyle büyük uçurumlar var ki, kurmacadan köprüler kurduruyor karakterlerine. Hayatlarının boşlukları dolsun diye. Bayan Brodie hayatına giren herkesin öyküsünü yazıyor fantazilerinde. Hayatına giren herkesin yazdığı öykülerde kendisine biçilmiş rolleri oynuyor. Karakterler yaşamla başa çıkarken, romanda hangi olayın gerçekten yaşandığını, hangisinin karakterlerin hayal ürünü olduğunu çözmek romana ayrı bir tempo kazandırıyor. Araya serpiştirilen “Bayan Brodie neden kovuldu? Bayan Brodie’ye kim ihanet etti? Bayan Brodie’nin gerçek sevgilisi kimdi? Yataktaki gecelik kimindi?” gibi sorular neredeyse bir Agatha Christie romanı gibi okurun merakını okşamayı başarıyor.
Kitapların ruh ikizi olsaydı, Bayan Jean Brodie’nin Baharı’nınki Julian Barnes’ın henüz Türkçeye çevrilmeyen The Sense Of An Ending romanı olurdu. Geçmişe bakıp gerçekten yaşananlardan kendi kendimize kurguladığımız hikayeleri çıkarırsak, elimizde bugüne kadarki hayatımızın gerçek özeti kalacak. Okuru kendi geçmişiyle muhasebe yapmaya yönelten kitaplar, yılın son okunan kitabı olmaya değer.
Yeni yorum gönder