Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Doğaya duyduğumuz özlem



Toplam oy: 596
Claudio Morandini // Çev. Esma Fethiye Güçlü
Timaş Yayınları
İçine sıkıştığımız duvarların içinde buna benzer kitapları okumak, az da olsa nefes almamızı sağlıyor.

Çağımız insanının zihnine, her şeyden ve herkesten kaçıp doğanın kucağına sığınmak yerleşmiş bir kere. Artan şehirleşme ve beraberinde gelen modern sorunlar, insanlarda, yaşadığı yerlerden kaçıp gitme isteği uyandırıyor ister istemez. Mutlu değiliz yaşadığımız yerlerden, sevmiyoruz her gün gördüğümüz insanları. Ve tüm bu tıkanıklıktan bize geriye kalan tek şey ise, stres…

Bazen bir nefes kadar ihtiyaç duyarız, doğanın rahmine yerleşerek kendimizi yeniden var etmeyi.


Bildiğimiz şeylerden bilmediğimiz yerlere kaçıp gitme arzusu, birey hüviyetini idrak etmiş her insanın aklını kaşındıran bir fikirdir. Her zaman gerçekleşmezse de, her daim kendini hatırlatır. Bu eylemin fikir aşamasında kalmasına sebep olan ise, genellikle korkulardır. Bilinmezliğin korkuları geleceğin kaygılarından daha baskın çıkar çoğu zaman. Bu durum edebiyat için de ciddi bir malzeme; Gılgamış’tan Don Kişot’a, Robinson Crusoe’dan İnce Memed’e her karakterin yüreğinde, bulunduğu yeri terk etme arzusu vardır. Çoğu zaman bu arzu toplumsal bir ihtiyaçla maskelenir ama bu eylemi fiziksel hale sokan asıl neden, zihnin kaşınmasıdır.

Edebiyatın her döneminde bu konu hakkında eserler hep üretildi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kaçış yeri insanın kendi içi oldu; 80’lerin başında insanlar kendilerine sığmayıp evrene sığınmaya başladılar. Ve yaşadığımız dönemde, kaçış adresi olarak doğa görülüyor. Yapaylığın toplumun her katmanına sızdığı çağımızda doğal olana kaçmak, ihtiyaçtan da öte, bir özleme dönüşmüş durumda. Dolayısıyla, son yıllarda çağdaş dünya edebiyatında doğaya kaçmayı tercih eden karakterlerin işlendiği romanlar da sıklıkla karşımıza çıkıyor. Claudio Morandini’in Kar, Köpek, Ayak isimli romanı da bunlardan biri.

 

 

Peş peşe dizilen üç nokta…



Adelmo Farandola, yalnızlığın güzel yönlerini gençliğinde keşfetmiştir. Ormanlarda, sarp kayalıklarda ve terk edilmiş madenlerde kaçak olarak geçirdiği o zamanları her daim hatırlar. Ve bir gün, sahip olduğu sinir bozucu suskunluğuyla, sağır edici bir sessizliği olan doğaya taşınır. Fiziksel ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek şeyler dışında hiçbir şeye ihtiyaç duymaz. Tek isteği bu koca ormanda yalnız kalmaktır. Ve öyle de olur. Arada bir ihtiyaçlarını temin etmek için yakın bir köye iner ve işlerini hızlıca hallederek oradan uzaklaşır. Onun yalnızlığa teslimiyeti köydeki insanların elbette dikkatini çeker. Farandola tüm bunların farkındadır ama hiçbiriyle uğraşmaz; onun tek derdi kendi başına kalmaktır. Fakat bir gün, kapısına gelen bir köpek yüzünden hayatı bir anda değişir. Bu düşük çeneli, biraz müstehzi ve çokbilmiş bir köpektir. Aksi ve huysuzun biri olan Farandola, köpeğin beklenmedik gelişiyle birlikte daha da aksileşir...

Kitabın iki sonu var; biri Farandola’nın hikayesinin sonu, diğeri ise yazarın dahil olduğu son. İkinci son, hikayeyi daha net anlamamızı sağlıyor. Ve böylece soru işaretleri de yanıtlanmış oluyor.

Kar, Köpek, Ayak bittiğinde okurun kafasında beliren şey soru işareti değil zaten, peş peşe dizilen üç nokta… İnsanlığın teslim olduğu bir medeniyet biçiminden insanın kopmaya çalışmasının düşünceye bürünmesi… İçine sıkıştığımız duvarların içinde buna benzer kitapları okumak, az da olsa nefes almamızı sağlıyor. Claudio Morandini, gerçek bir olaydan yola çıkarak yazdığı Kar, Köpek, Ayak romanında, doğaya duyduğumuz özlemi her satırda belirginleştirerek hüzünlü bir atmosfer sunuyor.

 

 

 


 

 

 

Görsel: Tolgahan Tarhan

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.