Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Doğmamış kitaplar kütüphanesi



Toplam oy: 1021
Richard Brautigan
Altıkırkbeş Yayınları
Bir yazarın, kendinden önceki yazarlara ait olma endişesi, metinlerarası etkileşim kurma gayreti, edebi ölümsüzlük arzusu, bu yazarı yaşadığı çağın toplumsal meselelerinden uzaklaştırır. Bu uzaklaşma kitapların diğer kitaplar hakkında olmasına ve büyük bir Batı edebiyatı kanonunun oluşmasına neden olur.

Burası bildiğiniz kütüphanelerden değil. Buradaki kitapları kimse okumaz. Raflarımıza özenle yerleştirilmiş kitaplar yerlerini asla terk etmez. Amacımız, kitaplarımıza ebedi bir istirahat ortamı yaratmak. Bir tür huzurdan kale. Şirket bunu garanti ediyor. Okunmak için yazılmamıştır kitaplarımız. Hatta basılmamışlardır. El yazmasıdır. Yazar defterleridir. Kütüphanemiz, yedi gün yirmi dört saat açık olup yazdıklarını içten bir veda ile bize teslim etmek isteyen tüm yazarların hizmetindedir.

 

 

 

Bizde yargı yok, eleştiri asla. Bir hikaye, el yazısıyla bir deftere yazılsa, kitap sayılır mı? Karışmayız biz. Yazdıktan sonra, yazarın yazdıklarını bastırmama hakkını yazara bırakırız. Kitabın doğup doğmayacağına yazar karar verir. Bu, aynı zamanda yazar olup olmama adına verilen bir karardır. Hem her yazılan, kitap olmayı hak eder mi? Kitap olmaya değer mi? Kitap, yazarın mıdır? Okurun mu? Kaçıncı sayfadan itibaren? Yazmak için yazılmıştır belki, okunmak için değil. Biz bu ihtiyaç için buradayız. Kitaplar da doğmayabiliyor. Doğmamış kitaplar kütüphanesi yanınızda!

 

 

 

 

 

 

 

 

Romanımız böyle başlıyor işte. Bir de adsız kütüphanecimiz var. Her şeyi bize o anlatıyor.

 

 

 

Adı Kürtaj olan bir romanın, yazar Richard Brautigan tarafından neden doğmamış kitaplar kütüphanesinde başlatıldığını anladınız sanırım. Tuhaf bir metaforla karşı karşıyayız. Metafor var diye kürtajın gizlendiğini sanmayın. Bütün gerçekliğiyle, yasaklığıyla, rahatsız edici ayrıntılarla roman sayfalarında birazdan karşımıza çıkacak. Doğmak ve yaşamak nedir, sorgulayacak yazar.

 

 

 

 

Ama henüz bu hararetli bölüme geçmeden, bu fantastik kütüphanenin serin absürtlüğünün tadını çıkaralım. Kütüphanelerin anlamını ve işlevselliğini yitirmeye başladığı çağımızdan özlemle bakalım bu görkemli binaya. Metafor ve gerçek arasındaki ilişki bir iyimserlik kötümserlik ilişkisi nasılsa. Aynı verileri kullanarak farklı öyküler anlatmanın olasılığını kanıtlıyor Richard Brautigan. Aynı insanın hem masum hem kötü olabilme olasılığını. Masumiyetle kötücüllüğün arasındaki mesafenin kısa bir yolculuk olduğunu.

 

 

 

 

Kütüphanecinin anlattığına göre, teslim edilen her kitap kayıt defterine bir cümle ile işlenir. Hayatın anlamını açıklayıp varoluşa sebep bulmak için öylece ortaya atılmış fikirlerdir çoğunlukla. Unutmayalım ki 1966 yılındayız, blog henüz icat edilmemiş, defter var: Otel Odalarında Mum Işığıyla Çiçek Yetiştirme, Elbiseleriniz Öldü, İki Kere Yumurtlanan Yumurta, Yayıncının Mürekkebi, Dostoyevski’nin Mutfağı kitaplardan bazıları. Yazarlarının bu kitapları bir an önce neden teslim etmek istediklerini anlıyorsunuz sanırım.

 

 

 

Doğmamış kitapların arşivlenmesi, raflara nazikçe yerleştirilmesi, siz sevgili yazarların yazdıklarına veda etmelerini kolaylaştırmak için kütüphaneciniz elinden geleni yapıyor. Bu iş için ondan iyisini bulamazsınız. Kütüphaneci de tıpkı kitaplar gibi terk etmiyor kütüphaneyi. Yaşamla hiçbir bağlantısı yok. Kendini yaşamdan izole etmiş, bir nevi ana rahmine saklanmış biri.

 

 

 

Sürekli kahve içse de, gerçeğin bir karış üstünde havalarda dolanıyor. Kütüphanenin havasından mıdır bilinmez, okurun da onunla birlikte kafasının dumanlanması tam bir psychedelic deneyim yaratıyor. Gözlemleri bir çocuk kadar masum, bazen boyundan büyük bir laf etmiş bir çocuk gibi gülümsetiyor etrafındakileri betimleyişi. Başına gelenleri anlatırken
neredeyse kendinden bir mitolojik kahraman yaratacak.

 

 

 

Bir gün Vida diye bir kadın geliyor kütüphaneye. Kütüphanecinin gördüğü en güzel kadın. Vida’nın da derdi bu zaten. Herkesin onu kişilikten arındırılmış bir dişi beden olarak görmesi. Erkeklerin taptığı vücudunu beğenmiyor, kendine ait hissetmiyor. Kimliğini bedeni yüzünden yitirmiş. Kendi bedeni içinde kaybolmuş. İstemiyor bedenini. Bu konuda bir kitap yazmış. Kütüphaneci her zamanki şefkatiyle teslim alıyor Vida’nın kitabını. Aşık oluyorlar birbirlerine. Vida da kütüphanede yaşamaya başlıyor. Masalsı aşk, Vida hamile kalana kadar sürüyor. Vida, dış görünüşünü kontrol edemediği bedeni hakkında ilk kez kontrolü ele alıyor ve bu bebeği doğurmak istemediğine karar veriyor. Yıl 1969. Amerika’da kürtaj yasak.  Meksika’ya gitmeleri gerekecek yasadışı kürtaj için.

 

 

 

Roman işte burada tavır değiştiriyor. Anlatıcı aynı kütüphaneci ancak bu kez son derece ayık, ayrıntılara hakim. Mitolojik bir kahraman falan değil artık. Gerçeküstü ve gerçek arasındaki mesafenin külüstür bir Meksika otobüsü ile kat edileceği kimin aklına gelir? Kütüphaneci, bu yolculuğu bir belgesel detaycılığı ve gözlemiyle, bir kadının ve bir erkeğin arasındaki samimiyeti, bir erkeğin bir kadını anlamaya en uzak olduğu açıdan anlatıyor.

 

 

 

 

 

 

Ebedi çocuk ve hayat

 

 


Fantastik kütüphane, hayatı kavramsal anlamda içine alıyorsa Meksika’daki yasa dışı kürtaj kliniği de nefes alıp verme ve damarlarda akan kan gerçekliğine indirgiyor hayatı.

 

 

 

Brautigen masum karakterler yaratıyor ama onların kötücül ikiz benlikleri de var. Kütüphaneci kötücül ikizi doktoru aralık ameliyathane kapısından izlerken, Vida kaldıkları otelde, bir ölü anne hayaletiyle karşılaşacak. Brautigan Meksika’da korumasız, sahipsiz bırakıyor karakterlerini. 200 dolar karşılığı yalancı bir şefkatle yasa dışı sağlıksız kürtaj operasyonu
gerçekleştiren doktor tıpkı kütüphaneci gibi ona başvuranların dertlerini ve doğurmak istemediklerini teslim alıyor. Kütüphanecinin yaptığı neredeyse meleksel bir iyilik gibi anlatılırken, doktor şeytani bir karakter. Verdikleri hizmet neredeyse paralel evrenlerde eş zamanlı varlıklarını sürdüyor bu romanın kurgusunda. Yine de doktorun işini iyi yapmasını ve Vida’yı kurtarmasını diliyorsunuz okurken. Vida’nın tarafındasınız. Vida hayat demek. Hayatın tarafındasınız.

 

 

 

Kütüphaneci ve Vida’nın aşk hikayesinde roller ters dönmüş. Kütüphaneci oğlumuz şatosunda kurtarılmayı bekleyen taraf.
Vida onu bulan, şatodan kurtaran, bir nevi hayata yeniden doğuran güç. Vida’nın 'anaçlığında', kütüphaneyi ve kürtajı arkalarında bırakıp mutlu bir hayat kuruyorlar. Bu hikayede kurtarılması gereken bir çocuk varsa, o da kütüphanecidir. Ebedi çocuktur o. Kurtulur.

 

 

 

 

Batı edebiyatı kanonu

 

 


Ünlü edebiyat kuramcısı Harold Bloom, çok tartışma yaratan Western Canon adlı kitabında basitçe şu teoriyi savunur: Bir yazarın, kendinden önceki yazarlara ait olma endişesi, metinlerarası etkileşim kurma gayreti, edebi ölümsüzlük arzusu, bu yazarı yaşadığı çağın toplumsal meselelerinden uzaklaştırır. Bu uzaklaşma kitapların diğer kitaplar hakkında olmasına ve büyük bir Batı edebiyatı kanonunun oluşmasına neden olur. Bloom’un yaptığı bir durum tespiti aslında. Katılmıyor kendi teorisine. Öfkeleniyor Batı kanonunu oluşturanlara.

 

 

 

Bloom’un tespitini doğru varsayarsak, Brautigan’ın tek başına Batı edebiyat kanonuna karşı çıktığını savunabiliriz. Bu karşı çıkışın ne kadar başarılı olduğu tartışılır, özellikle kafasına kurşun sıkarak kendini öldürdüğünü göz önüne alırsak. Kara mizah duygusu olduğu kesin ama. Brautigan, hayatın bir edebi uslup olacağını savunur. Basit yaşayanlar basit cümleler kurarlar. Bu yaklaşımı fazla California rahatlığı bulan New York bazlı edebiyat eleştirisi, Brautigan’ın savunduğu masumluğun edebiyat olmadığına karar verirken, Brautigan etrafında oluşan kült akım karşısında çaresizdir. Evet Vonnegut’ı ve Thoreau’yu andırır ama hayır hayır onlar gibi saygın edebiyatçı olamaz. Richard Brautigan ısrarla Bukowski’yi Beatnikler’e bağlamak isteyenlerin aradıği eksik halka da değildir. “Hayatta basit şeyler var olmaya devam ederken, biz karmaşıklaşıyoruz” diyerek toplumdan uzaklaşıp daha basit bir yaşam formuna, mesela alabalıklara yakın bulur kendini Brautigan. Yine Altıkırkbeş’ten çıkan, Amerika’da Alabalık Avı da mutlaka okunası bir kitap. Yazıldığı dönemde roman bile denmeye tenezzül edilmemiş Kürtaj Tarihi Bir Aşk Romanı, 1966 ise, biz 2012likler için tam bir hayat ve edebiyat dersi.

 

 

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.