Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Doğumda ve ölümde şiirsel yaratıcılık



Toplam oy: 514
Jon Fosse // Çev. Deniz Canefe
Monokl
Sabahtan Akşama, kısalığı ve yoğunluğuyla hikayenin akışı içindeki düğümleri ve metaforları çözmesi için okuru mücadele etmeye davet eden bir kitap.

Norveç edebiyatının yükselişe geçtiği bir döneme tanıklık ediyoruz. Özellikle Karl Ove Knausgaard’un Kavgam serisi, edebiyat alanında sansasyon yaratırken, kısa sürede dünya çapında bir fenomene dönüştü. Ardından Norveçli diğer yazarlar da tanınmaya, görünürlükleri artmaya başladı. Her ne kadar bunu tek başına, doğrudan Knausgaard’un popülerliğinin bir semptomu olarak sunmak doğru olmasa da, sebebi her ne olursa olsun Norveç edebiyatı dünyada bilinmeye ve okunmaya başladı. Türkiye’de de son birkaç yılda Knausgaard, Kjersti Skomsvold, Erlend Loe gibi yazarların kitapları tercüme ediliyor, ilgiyle karşılanıyor.


Onlara son eklenen kitap ise Jon Fosse’nin Sabahtan Akşama isimli novellası oldu. Johannes isimli erkek bir karakterin ilk ve son günlerini ele alan kitapta, doğum ve ölüm teması, iki olgunun benzerlik ve farklılıkları biçiminde anlatılıyor. Kitabın adındaki “sabah” ve “akşam” sözcükleri de şaşırtıcı olmayan biçimde doğum ve ölüme tekabül ediyor.

 

 

Yaşamın akışı, ölüme doğru

 

Johannes’in doğumuyla başlayan kitapta ilk etapta sadece anne Marta ve baba Olai ile ebe Anna’nın diyalogları yer alıyor. Bu kısa diyaloglar Johannes’in adının ve kimliğinin tam olarak şekillendiği yerler. Marta’nın üst üste ikinci kez erkek çocuk doğurmasının uğursuzluk getirip getirmeyeceğinden, yaşadığı zorluklardan doğumun ardından gelen rahatlama hissine kadar farklı inanç ve düşünceleri Johannes’in kim olacağının işaretini daha baştan veriyor: “Güzel bir ömür sürer bu adla... Balıkçı olacak Johannes, tıpkı babası gibi...”

 

Ancak kitabın hiçbir sayfasında Johannes’in nasıl büyüdüğüne, ailesinin ona atfettiği kimliği ve kişiliği nasıl edindiğine ve ondan olmasını beklediği kişiye nasıl dönüştüğüne ilişkin tek bir kelime yer almıyor. Tam tersine, ilk bölüm bitip de ikincisine geçildiğine karşılaşılan şey, Johannes’in her yanı tutulmuş bir halde, yaşlılığın kendisine verdiği ürperme ve ölüm içgüdüsüne benzer bir hisle beraber uyanışıyla açılıyor. O anda Johannes’in Erne isimli bir kadınla evlendiğini, yedi çocuğu olduğunu ve dul kaldığını öğreniveriyoruz. Doğumdan, ölümün gerçekleşeceği güne bu keskin geçişle Fosse, bize hem tekdüze bir hayatın sözden ve dilden ırak oluşunu hem de ne olursa olsun yaşamın akışının sözün yetişemeyeceği kadar hızlı olduğunu gösteriyor.

 


Gerçekten de babası gibi bir balıkçı olduğunu öğrendiğimiz Johannes’i, bunu sanki artık geçimini sağlamak için değil de keyif için yapıyormuş gibi anlatıyor Fosse: Sanki Johannes’in yaşamının tek anlamlı noktası buymuş gibi. Johannes, yaşadığını belki de bu anlarda hissediyor.  Arkadaşı Peter’le yaptığı her konuşmada bunu görmek mümkün, çünkü Johannes, “kendisini genç ve çevik hissediyordu, tıpkı sabah yatağından kolayca çıkıp odunluğun basamaklarını genç bir adam gibi tırmandığında kendisini çok hafif ve sağlıklı hissettiği gibi.”

Okurunu arayan bir kitap

 

Kuşkusuz Fosse’nin, kitap boyunca denize vurgu yapmasında Norveç’in balıkçılıkla imlenmiş denizcilik kültürünün etkisinin yanı sıra denizin, daha doğrusu suyun kurucu, yaratıcı ve yok edici gücüne dikkat çektiğini söyleyebiliriz. Çünkü deniz antik Yunan anlatılarından bugüne daima kaosun temsilcisi olarak gösterilmiştir: Anlatılarda her şey kaostan doğar ve kaosun içinde yok olacaktır – böylece kaosa yine güç verecektir, onun yaratıcılığından hiçbir şey eksiltmeyecektir.


Fosse’nin novellasında kurduğu ortamın, antik Yunan dışında, farklı dini ve mistik göndermelere de sahip olduğunun altını çizmek gerekiyor. Örneğin, “baba”nın hem bir kavram hem de bir tema olarak kitabın birçok farklı noktasında ortada oluşu, bir yandan tanrısallığa yapılan güçlü bir gönderme olabilirken, aynı zamanda da içinde bulunduğu öykünün yapısı gereği Hıristiyan inancını, İsa’nın hayatını metaforlarla dile getiren ve belki de onu yeniden kuran bir dayanak noktası haline gelebiliyor.


Ancak yine de Sabahtan Akşama için novella terimini kullanmanın ne kadar doğru olacağı tartışmalı. Zira Fosse’nin novellada kullandığı dil, Norveç edebiyatında alışılageldik sadelikle örülü olsa da karakterlerin kurulumunun, öykünün farklı merkezlerinin bulunmasının onu farklı bir dil kullanmaya ittiği açık. Bu bakımdan Fosse’nin evreninde doğum ve ölüm kavramları hayatımızın gerçeğinin sert çekirdeğinden kaynaklanan kırılma noktalarını değil de büyülü bir dünyanın, belki de rüya âleminin esnek duvarlarından sızan sürekliliğin başı ve sonu olmayan çizgisini andırıyor. Fosse’nin kitap boyunca herhangi bir yerde nokta kullanmaması –daha doğrusu virgülden başka hiçbir noktalama işareti kullanmaması– onun aslında yaşam yolculuğunun ebediliğini, sıradanlığını, hızını ve zemininin kayganlığını vurgulayan bir işaret. Fosse, ölüm durduruncaya kadarki yaşamın sürecek olan hareketini radikal bir bilinçakışı tekniğiyle ortaya koyuyor. Onun düzyazı olarak kaleme aldığı metinde okura hissettirdiği şiir duygusu da tam olarak buradan geliyor.


Dolayısıyla öykünün anlatmaya çalıştığı ve Fosse’nin bir şekilde “büyülemeyi” başardığı doğum ve ölüm temalarının derinliğini kavrayabilmek, Sabahtan Akşama’nın dikkatlice okunmasını gerektiriyor. Çünkü Fosse’nin satır aralarına gizlediği, şiirsel yaratıcılığıyla maskelediği gerçek’ler ve göndermeler ancak dikkatli ve yaratıcı olmaya meyilli bir okurun gözünden kaçmaz. Sabahtan Akşama, kısalığı ve yoğunluğuyla hikayenin akışı içindeki düğümleri ve metaforları çözmesi için okuru mücadele etmeye davet eden bir kitap.

 

 

 


 

 

 

Görsel: Gökçe İrten

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.