Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Dönme dolabın peşinde



Toplam oy: 825
Bahadır Cüneyt Yalçın
April Yayıncılık
İroniyi dilinin ucunda tatlı bir şeker gibi tutan Bahadır Cüneyt Yalçın bu kez ikinci romanı Hep Lunapark ile karşımızda.

Günlerden bir gün yemek yerken masanızın üzerine bir deniz kaplumbağası düşse ne yaparsınız? A) Bayılırsınız. B) Deprem olduğunu sanıp masanın altına saklanırsınız. C ) Kaplumbağanın canlı olup olmadığını kontrol edersiniz. D) Hiçbiri. Evet, hiçbiri. Çünkü günlerden bir gün yemek yerken masanızın üzerine bir deniz kaplumbağası düşmemesi gerekir. Böyle şeyler sadece romanlarda olur, bir de Bahadır Cüneyt Yalçın’ın o yarı büyülü dünyasında. Aksi halde bir deniz kaplumbağasının denizden bu kadar uzakta, Balkara’da bir yemek sofrasında işi ne?

 

Birçoklarınız Bahadır Cüneyt Yalçın’ın adını Afili Filintalar’da yazdığı yazılardan ve bir önceki romanı Mütevazı Bir İntikam’dan hatırlayacaktır. İroniyi dilinin ucunda tatlı bir şeker gibi tutan Bahadır Cüneyt Yalçın bu kez ikinci romanı Hep Lunapark ile karşımızda ve ağzının içindeki o tuhaf ama çekici tadı okurlarıyla paylaşmaya devam ediyor.

 

 

Hayattaki yolunu henüz bulamamış, babasının işlettiği lunaparkta çarpışan arabalarla dönme dolap arasında sıkışıp kalmış, aklı da dönme dolapla eş zamanlı olarak mütemadiyen dönen Zafer, babadan kalma salıncakçılık mesleğini lunapark işletmeciliğine kadar ilerletmiş esaslı kaybeden İrfan Yunus, gizli şair, ressam, saz üstadı ve boş zamanlarında deniz kaplumbağaları ve danalarla konuşan Mustafa, azılı kumarbaz ve cep mafyası Savaş, hobi olarak bayılan Narine, gizemli güzel Ayşegül ve diğerleri... Bahadır Cüneyt Yalçın’ın karakter yaratma konusunda hem becerikli hem de cömert olduğunu söylemek yanlış olmaz. Yazar gerçekten de çok geniş bir skalada karakterlerine uygun birer dil kurmayı ve bu dili sürdürmeyi başarmış. Bu başarı hikayenin anlatıcısı Zafer karakteri için de geçerli. Kimi anlatıcı karakterlerde ortaya çıkan “yazarın sözcüsü” durumu Zafer için geçerli değil. Zafer de diğer karakterler gibi kendi derdinden muzdarip, derdini de kendi dilince anlatıyor ve aslında tüm hayatını ve romanı şu iki cümleyle özetliyor: “Askerliğimi saymazsak, doğduğumdan beri sürekli lunaparkta yaşadım. Anladım ki insanlar biraz masum, bir parça kaçıktır.” Bu iki cümle lunaparkın da özeti gibi aslında. Yahut lunapark dünyamızın küçük bir modelidir de denebilir. Yaşadığımız dünyada da insanlar az biraz masum ve mebzul miktarda kaçıktır. Bu durum romandaki karakterlerin gizli gerçekçiliğinin de kilit noktası. Bu kitapta cisme bürünen her karakter, deniz kaplumbağası Yunus hariç, her an karşımıza çıkabilecek türden insanlar. Yalnızca biz onları tanımayız; hayat gailesi içinde tanımaya fırsat bulamaz ve çoğu zaman da o kadar önemsemeyiz. Bu manada Hep Lunapark dikkatinizi birazcık insanların üzerine çevirirseniz her köşe başında yeni bir hikayeyle karşılaşacağınızın da açık bir kanıtı gibi. Gerçekten de biraz olsun çaba harcarsanız görürsünüz ki sıradan insan ya da sıradan hikaye yoktur ve her an sofranızın ortasına bir deniz kaplumbağası düşebilir. Böyle şeyler herkesin başına gelir! 

 

Özetlemek gerekirse Hep Lunapark daimi kaybedenlerin herkesin başına gelebilecek türden hikayesi. Ta ki kalbini bir heyecan anında ağzından tükürene dek...

 


 

 

* Kolaj: John Turck

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.