Bütün mutlu çocukluklar birbirlerine benzerler, mutsuz çocukluklar içinse çoğu zaman bir anne yeter. Çocuk büyüdükçe, annenin hayatının trajedisi görünür hale gelir. Geçmişe şefkatle bakmak zordur; zamanı aşamayan, anılara çarpıp sevgisizlik olarak geri dönen bir çabadır bu.
Anne, nişanlısını savaşta kaybetmiş bir hemşire. Baba, bir bacağı eksikse de, taburundan hayatta kalan tek asker olarak hastanede. Yas tutmak, savaşın açtığı boşluğu doldurmak, birbirlerini iyileştirmek için yapılan bir evlilik. Anne, iyi bir hastanedeki işi geri çevirerek vermiş bu kararı. Belki de annenin aklının bilmediği bir köşesi, evliliğinin ilk gecesi hamile kalmasını sağlamış. Anne ile babayı savaş doğurmuş, çocuk ise kendiliğinden doğmuş, öyle hissediyor. Doğum, forsepsle olmuş. 22 Ekim 1919’da. Dünyada milyonlarca insanın öldüğü yılda doğmak önemli. Bilincinin yeni farkına varmış çocuk aklına özgü narsisistik böbürlenmeyle, “Kadınlar, çoğu zaman hafızalardan, sonra tarihten silinir gider,” diye hayıflanmasına izin verelim. Doğan çocuk Doris Lessing olacak, Nobel Edebiyat Ödülü kazanacak. Onun çocukluğu da, yine bir anneden göç etme hikayesi, işte o kadar.
Erkek kardeşi doğduğunda, bebeğin onun olduğu ve onu çok sevmesi söyleniyor. Annesi bir tek onlara sevgi göstermeyi becerebildiğinden, hasta rolünü benimsiyor. Seyrek beslenme saatleri yüzünden karnı aç. Ağlıyor. Babası belki sevgi gösterir. En azından “erkek” kokuyor, güven veriyor. Ama o da kucağına oturtup elleriye… Bu gıdıklama oyununu sevmiyor. Bağırıyor. “Şu ağlayan çocuk… İşte o gerçek bir düşman.” 14 yaşında, toplumda bir çocuk yeri kaplıyor fakat bedeninin içinde bir kadın gibi hissediyor. Zaten onları erkeklerden korumak için genç kızların çocukluk dönemleri uzatılıp duruyor. Anne-kız çatışmasının nedenlerinden biri bu.
Çocuklukları yaratan anne-babalardır ve bunu hikaye anlatarak yaparlar. Çocuk aklı, küçük bir gerçek parçasını alır ve anne-baba sözcüklerinden bir anı oluşturur: “Seni deniz kenarına götürdük ve sen kumdan kale yaptın, hatırlamıyor musun?” Büyüyüp hikaye anlatıcılığını meslek edinen Doris gibi birinin, kişisel kurmacasının başlangıç noktasına, hikayesinin kendisinden ziyade annesine ait olduğu döneme dönmesi bundandır.
Hayal dünyası geniş çocuk, rüyaları ehlileştirmeyi öğrenir. Günlük sözler, cümleler, sesler ve kokular, rüyanın içine virüs gibi bulaşınca, rüyaların kurgusundan tehlikeyi temizlemek gerekir. Günlük olayları tekrar tekrar kafasında canlandırarak, sayfalarını hızla çevirdiği resimli bir masal kitabına dönüştürüyor çocuk. Bir günü birkaç olaya indirgeme gücünü keşfetmiştir. Böylece 10 yaşındayken zamanı kısaltmayı öğrenir. Rüya, ne gerçektir ne de kurmacadır. Metaforun en ham, yontulmamış ve cilalanmamış halidir.
Meskalin aldığı o anı hatırlıyor. Doris Lessing olarak hayatının kamu malı olmasından kaçamadığı zaman, hikaye anlatıcısı kimliğine sığınıyor ve icat ediyor: “Kendime güzel bir doğum yaptırıyordum. Güneşin ışıkla doğuşuna benzeyen ve sıcaklığın hızla, ışıkla aydınlanmış devasa odaya girdiği bir doğum. Neden olmasın? Sabahın erken saatlerinde doğdum, sonra kız çocuğu doğduğu için sevinenler grubu yarattım.”
Anne ve baba, evin önündeki iki koltukta yan yana sigara dumanı bulutu içinde oturuyorlar. Yaşlı, para yüzünden kaygılı, çaresiz iki yüz. Birbirinden çok farklı geçmişe sahip bu iki insan, itiraf edemedikleri, yüreklerinde gizli tuttukları bir ihtiyaç nedeniyle birlikte ve orada kalmak zorundalar. Çocuk, “Bu anı hatırla,” diye emir veriyor kendisine: “Onlar gibi olmayacağım.” Kendisine verdiği, “anne-baba gibi olmama” sözünü tutuyor Doris. 1949 yılında, ilk romanı Türkü Söylüyor Otlar’ın taslağı ve en küçük oğlu ile Londra’ya vardığında ardında iki evlilik, iki çocuk bırakıyor.
Anılar biterken, anılar başlıyor
Birinci Dünya Savaşı sonrası İran’dan Rodezya’ya göç eden kolonyal İngiliz bir aile içinde geçen çocukluğunu, Afrika’nın doğası ile ırkçılık çevresini sarmışken kadınlığa ve bireyliğe geçişini anlattığı anıların ilk cildi böylece bitiyor. Çocukluk, herkesin yaşadığı, zamanın durduğu ülke. Kitabın bu noktasına kadar anlatılanlara kapılıp okurun kendi hafızasında yolculuğa çıkması, çocuk Doris ile özdeşleşmesi çok kolay. İlk bölüm “Tenimin Altında,” son derece cesur bir itirafkarlıkla yazılmış. Farklı olarak, ikinci cilt “Gölgede Yürümek” ise, huysuz ve her şeye kadir anlatıcının insan doğasındaki kusurları deşmekten zevk alması, böylece kendi zaaflarını muğlaklaştırmasıyla biraz daha soğuk, biraz daha kendisiyle yüzleşme korkusu dolu. Yazacaklarınızın üzeceği kişiler hayatta değilse artık, daha mı gerçektir anlattıklarınız? Üstelik yaşlandıkça artan sırlar belası varsa bir de. Doris Lessing, anılarının iki bölümü arasındaki farkı böyle ortaya koyuyor.
İlk cildin başkahramanı annenin yerine Londra’yı koymuş Lessing. Çocuklukla kadınlık arasındaki kafa karışıklığı ve çatışma, şimdi aşk ve devrim arasında sahneleniyor hayatında. “Gölgede Yürümek”te katmanlı bir hayat, kalabalık bir çevrenin içinde Lessing. Bekar bir anne ve başarılı bir yazar olarak yaşadıkları, entelektüel ve sanatsever Londra ortamları, caz müziği, para sorunları, yolculukları, aşkları, komünizmin yarattığı hayal kırıklığı, aşkın bıraktığı hayal kırıklığı soğuk savaş döneminin Londra tarihçesi içinde eriyip gidiyor.
Çocukken kendisine öğrettiği, günlük olayları indirgeyerek hikayeleştirme ve böylece zamana hükmetme konusunda, bugüne kadar gördüğü en güçlü rakip olan bir hikaye anlatıcısı karşısına çıkıyor: Tarih! Tarihin yazdığı bir oyunun oyuncusu olduğunu fark etmesi, inandığı Marksizmin bireyi küçültmesi, Lessing’in hikaye anlatıcısı olarak hissettiği büyüklük ve kontrol duygusunu zedeliyor. Ancak bu dönemde, yazdıklarıyla geçinecek kadar başarılı bir yazar artık.
Otobiyografi hiç bu kadar popüler olmamıştı
Richard Linklater’ın deneysel Çocukluk (Boyhood) filminden, Karl Ove Knausgaard’ın My Struggle adlı epik romanına, hatta Lena Dunham’ın Not That Kind Of Girl’de topladığı otobiyografik denemelerine kadar herkes hayatının kurmacasını anlatmakla meşgul. Hayatlar önemli olduğu için yazılmıyor, yazıldıkça hayatlar önem kazanıyor bu zamane popülerliğinde. Doris Lessing ise farklı bir zamandan sesleniyor yazarlara: “Ne yazık, ki, hayatımız bize ait değil.” Otobiyografi yazmak, meşru müdafaa bir yazar için, yazılanların hepsi gerçek olmasa da.
Otobiyografinin doğasında postmodernist yapıda kurulmuş bir anlatı var. Yazarın kasten kendisini metinleştirmesi kaçınılmaz olarak devreye kurmacayı sokuyor. Gerçek ve hikaye aynı tarafa geçiyor birden. Geçmişteki halleriyle ilişki kurarken, farklı kişilere bölünüyor ve çoğalıyor postmodernist benlik.
Kitap, Cole Porter’ın bir şarkısının sözleriyle başlıyor: “Tenimin altındasın, yüreğimin ta içinde. Öylesine içinde ki, benim bir parçam oldun.” 852 sayfanın sonunda, kendisini “yaralı yürüyenlerden” olarak tanımlayan Doris Lessing’in burada annesinden söz ettiğine karar veriyorum.
* Görsel: Hakan Arslan
Yeni yorum gönder