Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Dostoyevski'nin Şeytanı Yahut Süregiden Fısıltı



Toplam oy: 181
Yeraltından Notlar’da ana karakter Yeraltı İnsanı, kendisine intikam yeminleri ettiren subayın onu kâle almaması sebebiyle öfkeden kudurur. Burada onu kötülüğe götüren şey kendi şeytanı mı, yoksa subayın şeytanının onu ciddiye almaması mı? Sebebi ne olursa olsun, Dostoyevski romanlarında fenalığı sadece Rus entelijansında görmeyiz.

“Aksilik bu ya, şeytanlara ben de inanmıyorum...” diye yazmıştı Dostoyevski, 1876 yılında. Halbuki birçok romanında dâhi bir karakterin içinde, ahlakı ve kanunları sorgulayan bir şeytan yatar, Raskolnikov, Stavrogin, yahut Ivan Karamazov gibi.

 

Dostoyevski’nin şeytanını, onun “inanmıyorum” dediği şeytanı, nerede aramak gerek? Ivan Karamazov’un gördüğü hayali saymazsak, Goethe’nin, Baudelaire’in, Milton’un şeytanları gibi, eti ve kemiğiyle, bedenî bir şeytandan söz edemeyiz Dostoyevski’de. Hristiyanlık öncesi Rus edebiyatında da böylesi bir imgenin olmayışı da bunda etkili olmuş olabilir. Hal böyle olunca, birtakım edebiyat eleştirmenleri ve kuramcıları Dostoyevski’de şeytanın, insanda saklı olduğunu iddia etmişler. Onlara göre bu kötü niyetlerin temelinde insanın ihtirasları, zayıflıkları vardır; yozlaşmanın dış âlemden kaynaklı oluşunu reddederler.

 

Fakat Dostoyevski’de karanlığa, kötülüğe düşüş bazen bu içsel sebeplerle bazen de dış cereyanların etkisinde olur.

 

1860 yılına gelindiğinde Rusya’daki Batıcılar kabaca iki gruba ayrılmıştı. Liberaller kendilerini 1840’ların jenerasyonuna yakın hissediyor, barışçıl ve tedrici reformları savunuyordu. Nihilistler olarak bilinen ve gençlerden oluşan radikal kanatsa daha büyük ve temelden bir değişimin, gerekirse devrimin olması gerektiğine inanıyordu. Cinler romanında Dostoyevski her iki grubu da Rus kültürüne yabancılaşmanın farklı birer safhası olarak resmeder. Ona göre köklerinden kopup Batı kültürüne bu denli teslim olmuş bu iki sözde aydınlar topluluğuna da şeytan musallat olmuştur. Batıcıların hâlini kısaca bu teşbihle özetler Dostoyevski.

Tartışmaya kapalı olan mevzu, kötülüğün, şeytani fikirlerin insandaki derin varlığı. Fakat Dostoyevski hiçbir zaman selefleri gibi kendi şeytanını formüle etmediği için, onun nerede aranması meselesi tartışmalı... Yine de Cinler’deki Stavrogin karakterinin nasıl tarif edildiğine bakarsak, sanki şeytanî vesveseler ruhtan bedene taşmış gibidir:
“Çok yakışıklı bir genç adamdı. [...] Üstelik yüzünden de etkilenmiştim. Saçı her nasılsa fazlasıyla siyah, parlak gözleri her nasılsa fazlasıyla sakin ve berrak, benzi her nasılsa fazlasıyla narin ve beyaz, yanaklarının rengi her nasılsa fazlasıyla parlak ve pürüzsüzdü.”*
Stavrogin’i betimlerken kullanılan “fazlasıyla” kelimesi bu insanda doğaüstü bir halin olduğunu gösterir; “her nasılsa” ifadesi de bunu destekler. Stavrogin’in çehresi bir bakıma, Milton’ın ve Goethe’nin kendisinde şeytan tüyü olan estetik/ güzel şeytanını hatırlatır. Fakat yine ondaki bu hâlin sebebi musallat olmuş bir şeytandan ziyade bozulmuş bir ruh sağlığıdır demek gerek. Belki bütün bunları şöyle tek potada eritebiliriz: Dostoyevski’nin şeytanı kimi zaman içeriden, kimi zaman yozlaşmayla birlikte dışarıdan gelen bir hastalıktır. Vesvese, kibir, nefret... Nereden gelirse gelsinler hepsi bizim zayıflıklarımız sonuca oluşur. Batı veya Kilise başlı başına kötülüğün kaynağı değildir... Fakat ilginçtir, Dostoyevski’nin kötüleri genelde çarpık birer Aydınlanmacıdır aynı zamanda...
Atom bombası ve mitralyöz ile dağılmış hayaller
Peki, nasıl oluyor da şeytan bize hâlâ fısıldar? Dostoyevski’de çarpık ve saplantılı Aydınlanmacı eleştirişinin benzerini 20 ve 21’inci yüzyıl yazarlarında görürüz esasen. Aklın bizi sadece ileriye götüreceği, bilimsel gelişmeden ancak saadet geleceği, rasyonalitenin ahlakın pusulası olabileceği... Atom bombası ve mitralyöz ile dağılmış bu hayallere Batı sanatında sonsuz şüpheyle yaklaşıldığını tam anlamadık gibi geliyor bana. Ne de olsa “Ben bilime inanırım” diyen birisine “Bilim inanılacak bir şey değildir” diye cevap verdiğimiz vakit küçümseyici bakışlara maruz kaldığımız bir coğrafyadayız. Neyin ahlaki neyin gayriahlaki olduğunu anlamak için aklı küçümseyemeyiz elbet. Ama Dostoyevski’nin de gösterdiği gibi insan, Aydınlanma ile birlikte umduğu gibi üstün bir insana dönüşmedi. Hatta Dostoyevski’nin tahmin edemeyeceği büyüklükte kitlesel cinayetleri gördü âdemoğlu. Şayet Dostoyevski anlatılarında kötülüğün dışarıdan geldiğini kabul edecek olursak, o halde şeytan bize bugün de fısıldar.
Yeraltından Notlar’da ana karakter Yeraltı İnsanı, kendisine intikam yeminleri ettiren subayın onu kâle almaması sebebiyle öfkeden kudurur. Burada onu kötülüğe götüren şey kendi şeytanı mı, yoksa subayın şeytanının onu ciddiye almaması mı? Sebebi ne olursa olsun, Dostoyevski romanlarında fenalığı sadece Rus entelijansında görmeyiz. Basbayağı, önemsiz denecek insanda da kötülüğün izlerini görürüz. Ve onların kokuşmuş ruhları bize bugün de tanıdık gelir. Yeraltı İnsanı’nı çıldırtan şey düşmanı gördüğü biri tarafından ciddiye alınmamaktı. Bugün dahi aynısı olmuyor mu? Artık sanal ortamda kavga eden bir nesiliz. Ben şahsen, tartışma esnasında işler iyice hararetlenmişse ve karşımdakini kızdırmak istiyorsam hep aynı mesajı atarım: “Peki.” Sonuna nokta konmuş bir peki kadar insanın gururunu kıran bir kelime var mıdır? Sanmam... Yeraltı İnsanı’na selam olsun... Yahut Raskolnikov’u düşünelim. Tefeciyi baltayla öldürürken dünyayı bir pislikten temizlediğini ve kız kardeşinin onurunu kurtardığını düşünüyordu o da. Bencil ve vahşi isteklerimize bugün de erdem kıyafeti giydiriyoruz... O yüzden bu şeytan, Dostoyevski’nin şeytanı, ruhumuza bulaşıp bizi yozlaştıran şeytan, bize hâlâ fısıldar. Sinsice, kendini unutturarak. Ne de olsa “Şeytan’ın en büyük marifetlerinden biri de...” diyor Baudelaire, “… kendisinin aslında var olmadığını âdemoğluna kabul ettirmiş olmasıdır.”..

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.