Biyografi yazarı Richard Ellmann, Dört Dublinli'de Joyce, Beckett, Yeats ve Wilde'ı, birbiriyle yakınlaşmaları ve kimi edebi benzerlikleriyle ele alırken ufak bir hatırlatma yapıyor: “Bu dört Dublinli, aralarındaki bağlantıların bilinmesi konusunda çok istekli değildi.” Her birinin, hem kendi döneminin hem de tüm zamanların kalbur üstü yazarı olduğu düşünülürse bu isteksizliği anlamak kolaylaşıyor.
Aşırılıklara ve abartılı hallere düşkün bir aileden çıkan, otoriteye karşı gelen ve bu karakteriyle Oxford'a yollanıp kısa sürede zihinlerde yer edecek tümceler üreten Wilde, Ellmann'a göre daha gençlik yıllarında ilgi çekmeye başlamıştı. Sadece tek bir eksiği vardı, o da Oxford'un entelektüel dünyasına girmek. Bunu da John Ruskin'le yaptığı yürüyüş ve sohbetler sayesinde elde ediyor. Oxford, yazara göre Wilde'ın kişiliğinin ve ahlakçılığının gelişiminde adeta mihenk taşı.
İdeal âşıkların ve aşkların şairi Yeats ise özgür anlatımı, açıklığı ve kendine özgü biçemiyle saygın bir Dublinli olarak anılır. Ellmann, şaşırtmayı seven şairin, döneminin siyasi atmosferine diklenişini de İrlandalılığını hep ön planda tutuşunu da bir kenara not eder. Yazarın anımsattığı başka bir şey, Yaets'in dizelerindeki “ruhların somutlaştırılma” ve “dünyanın ruhsallaştırılma” çabası. Sonradan sık sık karşılaşacağımız ve şairin “trajik aydınlanma” dediği ölümü yüceltme eğiliminin öncülü olabilir mi bu? Belki de Ellmann'ın “ikinci ergenlik” dediği, Yeats'in ömrünün sonbaharındaki acı ve hiçliğin de bir önceki basamağıdır, kim bilir...
“Eleştirmenleri oyalamak amacıyla” içinden çıkılmaz metinler kaleme alan ve edebiyatta kendi krallığını kuran Joyce da, Ellmann'a göre yazın tarihinde önemli bir eşik. Gerçekliği dönüştürüp okura tekrar sunarken, bozarak anlatmanın başta gelen temsilcilerinden. Kendi yapıtları söz konusu olduğunda son derece alçakgönüllü bir tavır takınan Joyce, iş başka İrlandalı sanatçıları eleştirmeye gelince şahinleşir ve bunu da hayli şairane yapar. Ellmann, edebi yolculuğunu, eleştirileri ve biçemini Joyce'un ruhsal seyahatinin birer durağı olarak tanımlar.
Yazar, Dublinli kalemlerin, bir şekilde birbirini etkilediğini savunur ve Beckett'i de bu kervana ekler. Diğerleri kadar İrlandalı yazmasa da, Beckett'in, ülkesinin yaşamından ayrıntıları “sevecen biçimde” sunduğunu söylüyor Ellmann. Öbür üç yazar gibi Beckett de “kendini yeniden yaratmak için” bilinmeyene, Oxford'a gelir. Arkadaşlarının “dâhi”, Ellmann'ın ise “öğütücü zeka” dediği Beckett, sancılarla dolu yazma eylemine giriştiğinde, ikilemler üzerine kurduğu tarzıyla dikkat çekmeye başlar. Zaten Ellmann'a göre bu özelliği onun imzasına dönüşür. Beckett, kendisinin “ilgi çekici bulmadığı” yazarlardan biri haline gelir. Ellmann, onun karmaşayı arayan ve karakterlerinin yoksullaşmasını öne çıkaran tarafını anımsatır. Böylelikle Beckett, yazarın da belirttiği gibi, “sözü edilmeyen ve söz edilmeye değmez dünyalara” dalma fırsatı yakalar.
Ellmann, Wilde'ı kaygısız, haşarı ve ironik; Yeats'i hayal gücü geniş; Joyce'u kahramanlığı yadsıyan; Beckett'i ise olumsuz ve komik biri olarak görüyor. Kitabı karıştıranlar fark edecektir, bu dört yazar, Ellmann tarafından her ne kadar biyografik bir anlatımla karşımıza çıkarılsa da adeta birer roman kahramanı gibi konumlanıyor. İlginç tesadüfler veya teğetler, farkında olmadıkları kovalamacalar ve hemen hemen aynı şeyi düşünüp benzer cümleler kurdukları bazı durumlar, yazarın gözünden kaçmıyor. Ellmann'ın da dediği gibi Dublin'i “edebiyat imparatorluğu” haline getiriyor bu dörtlü.
Görsel: Onur Atay
Yeni yorum gönder