

Kasırgasıyla evleri başımıza yıktığında, depremleriyle taş üstünde taş bırakmadığında, önüne geleni yanına katan selleriyle sokaklarımızda gezdiğinde o; vahşi doğadır. Nimetlerinden yararlandığımız, seyrine doyum olmaz manzaralarıyla kendimizden geçtiğimiz, içimize huzur verdiği, verimli topraklarıyla, zamanlı yağmurlarıyla bizi kutsadığındaysa doğa ana. Çünkü kabul edelim, benciliz... Dünya tarihi kitabının son birkaç satırını anca oluşturan biz insanoğlu, hâkimi olamadığımız doğaya “vahşi” derken yalnızca onu ehlileştirdiğimiz sürece mutluyuz. Ve artık bildiğimiz bir şey daha var ki, dünya üzerinde olup ona zarar veren tek varlık biziz ve bizim “yaşama” tutkumuz. Kötücüllüğünü fark edip en azından ortaya çıkan zararı bir nebze olsun iyileştirmeye çalışan, formüller üreten şimdilik küçük bir kitle var evet. Ama diğerleri, çok büyük ihtimalle iş işten geçtiğinde anlayacak. Ve elbette çok geç olacak. Eğer o küçük kitle, daha önce amacına ulaşamazsa...
Kurduğum bunca cümle aslında R. Yorke Edwards’ın satırları kadar açıklayıcı, vurucu ve yaralayıcı olamaz. “Tüm tehlikeli kayalar ortadan kaldırılıp insanların üzerlerine düşebilecek tüm ağaçlar kesildikten, zehirli oldukları için tüm böcekler ezilip genelde tehlikeli oldukları için tüm boz ayılar öldürüldükten sonra vahşi yaşam artık güven altında değildi. Aslında güvenlik ihtiyacı vahşi yaşamı yok etmişti.” Linda Coggin, Kaplan Yürekli Çocuk romanının başında yaptığı bu alıntıyla, başımıza gelecekleri ufak bir notla haber veriyor aslında.
“Vahşi” bir çocuk
Sonradan alacağı isimle Nona, Thomas Bailey tarafından bulunana kadar kurtlar tarafından büyütülmüş “vahşi” bir çocuk. Onun dünyası; kokusunu alabileceği orman, suyundan içebileceği nehir ve konuşabileceği ayılarla dolu. Biraz da Bailey’nin gerçek dünyaya ve insan olmaya dair öğretileriyle. Bütün bunlar, Bailey’nin intiharının ardından Nona’ya yardımcı olacaktır; çünkü bir anda kendisini peşine düşülen “eğitimsiz, vahşi, tehlikeli kız” olarak bir sürek avının ortasında bulacaktır.
Önceleri yalnızca bir ara dans etmeyi öğrenmesi sayesinde hayatta kalan ayı Abel Dancer’la yalnız yürür. Ardından, insanları daha iyi anlamasını sağlayacak Jay ve yalnızca yaşadığı hayattan kaçmaya çalışan Caius da onlara katılır. Bu dörtlü, Oz Büyücüsü’nün Dorothy’si, aslanı, teneke adamı ve korkuluğunu hatırlatır. Aslında hepsi, farkında olmadan bir arayış içindedirler ve cevaplar için şehri sınırlayan “duvar”a ulaşmaları gerekecektir.
Nona ağaçlar olmadan hiçbir şeyin konuşamayacağını öğrenerek büyümüştür, insanların birer ismi olması gerektiğini ise sonradan öğrenir. Hem, beş yaşına kadar kurtların baktığı bir kıza göre normal olan nedir? Sarılıp uyumak, bulunan her yemeği paylaşmak, doğadan keyif almak mesela... Oysa insanlar için normal, dört oda bir eve sahip olmak, bir isim ve o ismin bahşettiği yaşamı sürdürmek ve buna engel olacak her şeyi ortadan kaldırmaktı. Diğer taraftan, ölmek üzereyken babası Thomas Bailey’nin bir kaplanın kalbini, bir kedinin gözlerini, bir erkek geyiğin kaslarını ve bir leoparın kanını vererek “canlı” tuttuğu Jay, tüm bu savaşları kendi içinde vermektedir. Kalbi ağrır, zira bir kaplan gibi yaşamıyordur, hem bedenine hem yaşadığı dünyaya hapsolmuş bir canlıdır yalnızca. Ve dünya üzerinde korktuğu tek yırtıcı hayvan insandır hiç şüphesiz. Caius ise yalnızca üvey baba zulmünden kaçarken, insanlar tarafından büyütülmüş bir insan olarak kendine yalnızca bir dayanak aramaktadır...
Linda Coggin, kitap boyunca Bailey’nin kapana kısılmış bedeninde ve Nona’nın doğadan gelen naifliğinde biz insanları hak ettikleri gibi yerden yere vuruyor. Neyin vahşi, neyin doğal, neyin yapay olduğu satırlarda birbirine giriyor. Sonradan insan olmayı öğrenen bir kız, bir hayvanın içgüdülerine sahip kaplan yürekli bir çocuk ve vahşi doğasını yitirmiş bir ayı... Her ne kadar biraz daha özenilmesi gereken bir çeviri ve aslında çok daha iyi yazılabileceğini hissettiğimiz bir metinle karşı karşıya olsak da, bakış açımızı değiştirecek bir kitap kesinlikle.
Yeni yorum gönder