Paul Auster’ın 4321 romanında, Archie Ferguson adında sıradan bir insanın biyografisini okuyoruz; roman o kadar kapsamlı ki, dört farklı olasılıkta Archie’nin hayatını öğreniyoruz. 1947’de dünyaya gelmiş Ferguson, büyürken kimi zaman ailesinden birisinin kimi zaman da bir arkadaşının vasıtasıyla kültürle tanışıyor; kah edebiyatın başyapıtlarını okuyor kah Avrupa sinemasına merak salıyor, kah popüler ya da klasik müzikle ilgileniyor. Kendi çocukluğumu düşündüğümde, gittiğim gösteriler arasında tiyatro, sinema ve müze sergisi dışında bir konser –hele ki klasik müzik, bale, opera türünden bir yapıt bulunmadığını– hatırlıyorum; bunda metropolün yanı başındaki çorak bir endüstri taşrasında büyümüş olmamın etkisi yüksektir herhalde. Evdeki plaklardaki kayıtlar, radyoda denk gelinen müzikler, kitaplıkta bulduğum 100 bestecinin kısa biyografisini içeren bir kitap ve pazar günleri televizyonda Hikmet Şimşek’in yönetiminde icra edilen “Pazar Konserleri” dışında klasik Batı müziğiyle pek temasım olmamıştı. Halbuki popüler müziklerin plak, video, kaset ya da gençlik dergisi kanalıyla yaşam alanıma sızma oranı çok yüksekti. Dolayısıyla çocukluğumun bir safhasında piyano eğitimi almak istemem şaşırtıcıydı; ama uyduruk bir org ile, kentin pek de bilinmeyen bir müzik hocasından birkaç ders aldıktan sonra, hocanın benden popüler bir melodiyi kulaktan çıkarmamı istemesiyle bu dersleri artık istemediğimi belirterek hüsranla sonlandırmam gayet tutarlı bir gelişmeydi sanırım. Sonra bilişim olanaklarının artması, üniversite için metropole taşınmam ve özellikle Borusan Müzik Merkezi’nde karıştıracak pek çok kayıtla kitap bulmamla birlikte bugüne geldim ve Haruki Murakami’nin Japon kondüktör Seiji Ozawa’yla müzik hakkındaki sohbetlerini içeren Absolutely on Music kitabını okurken internetten Mahler’in çeşitli senfonilerini arka arkaya dinleyerek açığımı kapatmaya çalışıyorum; neredeyse 40 yaşında.
Haruki Murakami’yi ilk okumaya başladığımda yazarın müzikle olan ilgisinden çok anlatılarının sakinliği, absürt ve sürreal boyutları olmasına rağmen gayet yaşanabilir gözükmesi ve aylak kahramanlarla dolu olması beni çarpmıştı sanırım. Hayatın tüm hayhuyu içinde bir kenarda kendi iç sıkıntılarında odaklanarak fanteziler kuran ve mümkünse tüm hayatını yine hiçbir şey yapmadan geçirmeye niyetliymiş gibi gözüken erkeklerle kadınların, bir anda kendilerini içinde buldukları labirentlerde, arayışlarda ve serüvenlerde sakinliklerini koruyarak adım adım ilerlemelerine hayran olmuştum galiba. Daha sonra Murakami hayranlığının neredeyse bir hastalık boyutuna geldiği yıllar başladı. Çevremdeki pek çok okur tek tek Murakami’ye çekildi, Türkiye’de de kitapları yayımlanmaya başladı, fenomen tüm dünyayı sardı, ben de ulaşabildiğim her kitabını mutlaka edinmeye, okumaya başladım. Bu süreçte Murakami’nin önce yazar, sonra çevirmen, bir dönem caz bar işleten bir müzik meraklısı ve bir maratoncu olduğunu öğrendim yazdıklarından; herkes gibi. Şimdiyse, Absolutely on Music kitabında Ozawa’yla sohbetlerinden anladığım kadarıyla, muazzam bir klasik müzik birikimi olduğunu da öğrenmiş oldum. Dünyanın çeşitli kentlerindeki farklı senfoni orkestralarının performanslarını izlemeye sıklıkla gidiyormuş Murakami; böylelikle, popülaritesinin de avantajıyla, harikulade insanlarla –örneğin Japonya’nın çıkardığı ve Batı müzik kurumları tarafından kabul edilen en önemli kondüktörlerden Seiji Ozawa’yla– dostluklar kurmuş.
Edebiyat, genelde iki çizgi arasındaki bir satır boyunca yirmi küsur harfi farklı sesleri okuyana hatırlatsın diye arka arkaya dizerek, çizerek, yani yazarak yapılıyor. Müzik ise, beş çizgilik bir satıra notaları yerleştirerek ve birtakım işaretler bırakıp okuyana talimatlar vererek oluşturuluyor; en azından anlayabildiğim kadarıyla. Bir okur olarak, harflerle ortaya çıkan ifadeleri yılların alışkanlığıyla hızlıca deşifre edebiliyorum. Müzik notalarını deşifre etmek için ise o alanda uzmanlaşmış olmam gerekirdi elbette; ama Seiji Ozawa’nın ifadelerinden anladığım kadarıyla, tıpkı sözlüklerle ve yardımcı kitaplarla çalışan hamarat ve odaklanmış bir okurun yoğunluğuyla bir kondüktör, besteci ya da müzisyen de kağıt üzerindeki notaları deşifre edebilir, melodileri zihninde oluşturabilir ve muhtemelen oldukça yorucu bir zihinsel faaliyet neticesinde bir konçertoyu ya da senfoniyi, hiçbir müzik aleti çalmasa bile işitebilir, yani müziği okuyabilir. Hatta Murakami’nin söyleşinin bir kısmında belirttiği üzere, çevirmenin önündeki metinde tam olarak kavrayamadığı ifadelerin ne olduğunu çözebilmesi için saatlerce düşünmesi gibi, notaları okuyan Ozawa gibi bir müzik adamı da, hangi ifadenin nasıl icraya dönüşeceğini bulabilmesi için uzun uzun zihinsel emek harcamak durumunda kalabiliyor. Dijital koşullarda yaşayan ve her an her cihazından ses ve müzik fışkıran bir zamane insanı olarak, Ozawa’nın gençliğinde yaşadığı odada piyanosu olmadan notalara bakarak zihninde melodileri çıkarmasını, onlarca müzisyenin saniye saniye nasıl davranarak hangi melodileri birbirine bağlayacağını bulmasını kafamda canlandırmaya çalışırken, ne büyük bir zihinsel labirentin içinde bulmacaları çözen muazzam bir kahraman olduğunu idrak ediyorum. Murakami’nin Ozawa’yla söyleşisi, klasik bir roman formunun dışında ama hayalgücümü böylece çalıştırmaya başlayınca özel bir romana dönüşüyor. Hele Ozawa’nın röportajın gerçekleştiği dönemde ağır bir hastalık sonrası toparlanma sürecinde olduğunu, 80’lerindeki kondüktörün bedensel açıdan zayıflamış olsa da ruhsal açıdan tutkusu, mesleği ve profesyonelliği sayesinde nasıl da maestroluğunu koruyarak, her performansta tükeneceğini bile bile dinçleştiğini anlayınca, “gerçekten yaşayan bir insan” olmasına rağmen benim için apayrı bir Murakami karakteri haline geldi Sensei Ozawa.
Görsel: Ali Çetinkaya
Yeni yorum gönder