Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Dünyayı şiirle sevmek



Toplam oy: 812
Zahrad // Çev. Ohannes Şaşkal
Aras Yayıncılık
Zahrad'ın şiirlerini okuyunca şunu kesinkes görüyoruz; şiir, insanların ortak paydasıdır.

Azınlık şiiri demek istemezdim, ki burası onların memleketi, kadim zamanlardan bize yadigarlar. Demek istemezdim ama başka nasıl tanımlayabilirim bilmiyorum. Türkiyeli Ermeni şair Zahrad’ı (1924-2007) hangi şiir geleneği içinde saymalı: Türkiye’de doğup büyüdüğü, burada kendi kimliğini bulduğu için Türk şiir geleneğine mi dahil edeceğiz onu, yoksa kendi anadili Ermenice yazdığı için Ermeni şiiri içinde mi değerlendireceğiz? Şunu söylemem gerek: Ermeni şiirini bilmiyorum, dolayısıyla Zahrad’ın Ermenice yazılan şiir içindeki yerini de bilmiyorum. Ama yazdığı şiire genel bir bakışla bakıldığında Türk şiiriyle alışveriş içinde olduğunu, özellikle de Garip şiiriyle epey yakın bir ilişkisi olduğunu söyleyebilirim. Böyle bakılınca, şiirlerini Ermenice yazan ve yazdığı onu aşkın kitaptan sadece üçünün tam olarak, şimdi ise çıkması vesilesiyle yazdığımız Ferah Tut Yüreğini adlı seçme şiirler kitabı Türkçe basılmış olan Zahrad, Türk şiiri bağlamında değerlendirilebilir. Çünkü ele aldığı meseleler ve ele alış biçimi Türk şiirinin izlerini taşıyor. 

 

Ama ne var ki, Ermenice yazdığından olsa gerek, Türk edebiyat ve şiir dergilerinde değil de Ermeni cemaatinin yayımladığı dergilerde görünmüş daha çok. Ve Türkiye’de değil de Fransa’daki, İngiltere’deki, Amerika’daki Ermeni cemaatlerinin desteğiyle kitapları burada yayımlanmış, kendisi için buralarda anma toplantıları düzenlenmiş, oralarda faal olmuş daha çok. Halbuki Zahrad en önce Türkiyeli bir şairdir.

 

Zahrad’ın şiiri için hemen, ilk ağızdan yapılacak bir tespit varsa, o da bu şiirin yaşama sevinci olan, insanların içinde dolaşan bir şiir olduğudur. Gerçi kitabın çevirmeni Ohannes Şaşkal, kitaba yazdığı önsözde, bu şiirin mizah yüklü olduğunu söylemiş, ama ben bu mizah ve espri vurgusuna o kadar da katılamıyorum. Bu mizah gibi görünen şeyi, ben derin bir yaşama tutkusu, bir iyimserlik ve yaşama bağlılık olarak görüyorum: Bir tür bıyık altından gülümseme: Zorluklara, hayatın güçlüklerine bilgece bir yaklaşım, her şeyin gelip geçici olduğuna, ne kadar karmaşık olursa olsun nihayetinde her şeyin insanların vehmi, dolayısıyla geçici olduğuna dair bilgece bir kavrayış. Bu kavrayışın, köklerini, gökyüzünün daima mavi olduğu, yağmurun ıslatmadığı, güneşin ısıttığı ama asla yakmadığı bir dünyanın şiiri olan Garip şiirinde olduğunu seziyorum. Evet, Garip nasıl sıradan insanı, ağdalı özellikle barındıran insanı değil de, yaşamın içinde yaşamla birlikte akan günlük yaşamın iyi insanlarını, çocuksu bir merağın ve arzunun insanını yaşıyorsa, Zahrad da bu aynı insanı yaşıyor. Bu insan nasıl sevecen ve yalınsa, Zahrad’ın bu insana bakışı da sevecen ve yalın ve hatta müşfik. 

 

Zahrad, şiir tavrı en başında nasılsa, ölümüne dek aynı şiir tavrını sürdürmüş. Şiirinde biçimsel ve hatta tinsel arayışlar, zorlamaya dayanabilecek meraklar yok. En sonuna kadar Garip’in şiir tavrına bağlı kalıyor. Sanki Zahrad, şiiri aracılığıyla dünyayı ve yaşamı seviyor; şiir, Zahrad için yaşamı sevmenin, onu anlamanın ve ona yaklaşmanın en önemli yolu. Şiir, Zahrad’ın yaşam sevgisidir. İnsan sevgisidir. İnsanları anlamanın ve onlara konuşmanın yoludur. Bu yol, kenarlarında akasyaların açtığı, tahta çitlerin çevrelediği, tozlu ve güneşli, ısıtan bir yoldur. 

 

Tabii, bu şiirleri okuyunca şunu da kesinkes görüyoruz; şiir insanların ortak paydasıdır. Türkiyeli bir Ermeni ile Türkiyeli bir Türkün esasta birbirlerinden farklı olmadığının, aynı dünyanın içinde aynı sorunları, duyguları yaşadığının bir kanıtı. İki insan, en iyi, şiir aracılığıyla birbiriyle konuşur.

 


 

* Görsel: Uğur Altun

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.