Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

"Durduk yerde insanlar öldürülüyor bu yaz"



Toplam oy: 1811
Necati Tosuner
İş Bankası Kültür Yayınları
Hikaye anlatmıyor Necati Tosuner; kendisiyle kavgalı, dış dünyaya öfkeli, karamsar ve bunalımlı bir bireyin iç monologları ve biliç akışıyla 21. yüzyıl Türkiye’sine bakıyor.

Necati Tosuner’in yeni romanı Korkağın Türküsü, 2013 yazında Gezi Parkı direnişi ile başlayıp bütün ülkeye yayılan toplumsal olayların, devlet şiddetinin ve gencecik ölümlerin bireyin zihninde/ruhunda yarattığı çağrışımları sergiliyor. Aynı zamanda yazarın Kasırganın Gözü (2008) ile başlayıp Susmak Nasıl da Yoruyor İnsanı! (2013) ile sürdürdüğü üçlemenin de sonuncusu... Her üç romanda da aynı anlatıcının sesini duyuyoruz. Yaşlı değil ama gençlik yıllarını geride bırakmış, çok şey görmüş, gördüklerinden utanmış, utandıkça öfkelenmş, artık yorulmuş bir adamın sesidir bu. Görmüş ve çaresizliğe düşmüş... “Çaresizliklerim geçiyor aklımdan. Çalışmaz oluyor belleğimdeki silecek. Çaresizliklerim solduruyor yüzümü. Solgun ve iyice asık bir yüzle bakıyorum, –gözlerimde yaş yok.” 

 

Böyle bir düzende, vicdan ve adalet duygusundan yoksun iktidar sahiplerinin yönetimde ve olup bitenlere seyirci kalan bir toplumda yaşamak tüketmiş anlatıcının umudunu ve yaşama sevincini. Direniş bir soluk aldırsa da, ardından gelen ölümlerle, "yazdan güze geçişte, umutsuzluğun yoğun gölgesi" düşmüş ruhuna.

 

Oysa ne kadar da güzel başlamıştı 2013 Haziran'ı. Ortak bir hayalle, güzel bir gelecek hayaliyle alanları doldurmuştu insanlar. Anlatıcı da görmüştür onları, aklı ve yüreğiyle onların yanındadır: "Adım adım yürüdüler./ Kulaç kulaç yüzdüler./ Toprak onların toprağı, umut onların./ Deniz onların denizi, dalga onların./ (...) Acı çekenlerin, sakat kalanların,/ ölüp gidenlerin.. tüm o ocakları çökenlerin/ bir dileği vardı./ Bir gelecek..."

 

Hepimizin tanıklık ettiği, birçoğumuzun içinde yer aldığı, katılmasa da heyecanını paylaştığı Gezi isyanında başbakan ve çevresinin sergilediği tavır, demokratik bir ülke için kabul edilmez ve katlanılmazdı. Anlatıcının duyguları bu tavra duyduğu öfke ile isyanın yarattığı heyecan arasında gidip geliyor. İktidarın ceberutluğuna, dinden, imandan, doğrudan, güzelden, iyiden habersiz, cahil ve mağrur firavuna duyulan öfkeyi seslendiriyor Korkağın Türküsü: “Kendi kendini hiç sorgulamayan!/ Niçin kendini hiç sorgulamadığını da hiç sorgulamayan./ Aklından bile geçirmeyen.../ Bilmeyen./ Kendini sorgulamasını bilmeyen./ Kendinin cahili.// Ölenlere de aldırmayan./ Kadınlara ve çocuklara da aldırmayan./ Bebeklere de.../ Hiç bile aldırmayan!/ Kendini kandıran kendine yalancı./ Herkese yalancı."

 

Necati Tosuner öykülerinde bu türden kırgınlıklara, öfkelere, umutsuzluklara sıkça rastlanır. Ancak burada direncin yükseldiği, isyanın hayatı dönüştüreceğine dair bir umudun varlığı da söz konusu: “Direnç bu. Sessizmiş gibi görünüyor ama direnç bu. Sessizden sessize çoğalan direnç. Derinden derine güçlenen... (...) Direnç bu. Yeraltı suları gibi var ile yok arası. Gürüldemeden akan. Kibirlenmeye karşı dayanıklı direnç. (...)  Direnç bu. Duruşu simgeliyor gelişi. Çatırdama düşüncesinden güç kazanarak... Ve hiç çatırdaman direnç kazanıyor direnç. Umut oluyor... Dayanıklılık sınavını geçiyor ülke.”

 

Dilin parıltısı

 

Kasırganın Gözü, Susmak Nasıl da Yoruyor İnsanı! ve Korkağın Türküsü üçlüsü gerek biçim gerekse tematik açıdan birbirini tamamlayan romanlar. Dili, kurgusu, anlatım tekniği, anlatıcısı ile romanlar arasında organik bir bağ sağlanmış.  Bu üçleme –aynı zamanda– Necati Tosuner’in yazarlık anlayışını ve ustalığını da sergiliyor.

 

Birbirini tamamlamaktan kastım, belli bir hikayenin başlayıp nihayete erdirilmesi değil. Hikaye anlatmıyor Tosuner; kendisiyle kavgalı, dış dünyaya öfkeli, karamsar ve bunalımlı bir bireyin iç monologları ve biliç akışıyla 21. yüzyıl Türkiye’sine bakıyor. Bilincin kayganlığıyla zaman zaman tarih içinde gidip gelmeler de söz konusu. Hayatın içinden rastgele bir “an”ı seçiyor; bazen gecenin karanlığının, bazen yağmurun, bazen açan güneşin, bazen bir haberin –Korkağın Türküsü’nde toplumsal olayların– çağrışımlarıyla yola çıkıyor. Çağrışımlar imge yüklü; az sözcükle çok şey anlatan, okuyanda yeni çağrışımlar, yeni algılar yaratacak türden imgeler. Başlangıçta sadece anlatıcıda karşılığı olan imgeler, sayfalar ilerledikçe okuyucuda da karşılık bulmaya başlayacak ve işte o zaman anlatıcının gördükleri okuyucunun gördüklerine, anlatıcının algıları okuyucu algılarına, sonuçta anlatıcının duyguları okuyucunun duygularına karışacak. Ama hiçbir şekilde arınma ve rahatlama sağlamayacak, tersine  yeni bir sorgulamanın belki bir yüzleşmenin kapılarını açacak…

 

Duygularla düşünceler arasındaki bağlantıları imgelerle dokuyan Tosuner böylesi bir anlatımla bireyin duygu ve düşünce dünyasını kuşatıyor. Söz konusu öfke, umutsuzluk ve bunalım kişisel bir maraz olmaktan çıkmış toplumsal bir derinlik kazanmış.

 

Yazar üçleme boyunca dinmeyen hesaplaşma, öfke ve  karamasarlığı aydınlatmak vazifesini dile, dilin parıltısına yüklemiş. Doğrusal bir dil kurgusuyla ifade edilmesi zor olan duygu ve düşünceleri yakalamak için şiir diline yaklaşıyor. Özenle seçilmiş sözcüklerle, tekrarlarla, yarım bırakılmış cümleleriyle, kesik kesik anlatımıyla duygu ve düşüncelerin vurgusunu güçlendiriyor. Ve çoğu kez okuyucunun duygu ve düşüncelerinin tercümanı oluyor: "Bu filmin sonunu görmeye ömrüm yetsin isterim."

 

* Görsel: Kaan Bağcı

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.