Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Durup düşünmek için bir mola



Toplam oy: 941
Ernst Jünger
Kırmızı Yayınları
Problem, bilmeceyi çözmeye çalışacak biri tarafından keşfedilinceye kadar mağara duvarında uykuya dalar.

Yukarıdaki alıntı Ernst Jünger'den. On dokuzuncu yüzyılın son dönemecinde, 1895’te, Heildelberg’de doğan Jünger, lise çağında Fransız Yabancı Lejyonu’na katılır. Babasının araya girmesiyle hemen oradan ayrılır. Birinci Dünya Savaşı’yla, gönüllü olarak cepheye gider. Almanya’nın yenilgiye uğradığı savaştan sonra da orduda kalır.

 

Bu görevinden ayrılmasının ardından Leipzig ve Neapal’da zooloji ve felsefe okuyan Jünger, Weimar Cumhuriyeti’nde nasyonal sosyalistlerle ilişkilendirilir. Ancak Göbbels’in, Nazi Partisi’ne katma çabaları başarısızlıkla sonuçlanınca Jünger, Nazilerin gözünden düşer. Bu dönemde Gestapo’nun baskısıyla karşılaşır ve aynı günlerde Şiir Akademisi’nden de uzaklaştırılır.

 

1945’te “Nazilikten Arındırma” tasarısı kapsamında bütün Almanların doldurmak zorunda bırakıldığı soru formunu yanıtlamayı reddedince, Amerikan işgal güçleri 1945-1949 yılları arasında Jünger’in kitaplarına yayın yasağı koyar.
1978’de Verdun şehri Jünger’e Barış Madalyası verir, bunu, 1982’de büyük tartışma yaratan Goethe Ödülü izler. Hemen iki yıl sonra dönemin Almanya Başbakanı Helmut Kohl ve Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterrand ile Verdun’de Birinci Dünya Savaşı’nda ölenler için yapılan anma törenine katılır. 1993’te Venedik Sanat Bienali Büyük Ödülü’nü alan Jünger, 1998’de Riedlingen’de hayata gözlerini yumar.

 

 

“Papazsız ya da yargıçsız bir günah çıkarma”

 

İşte Alaaddin’in Problemi, böyle geçmişe sahip bir yazarın ürünü. Jünger, kitapta okuyucuya ne tür bir sorunla yüzleşeceğini göstermeden önce korkunun ve kaygının felsefi anlamına dair bir giriş yapar. Şimdi soru şu: Jünger’in deyişiyle söz konusu sorun, dayanaktan yoksun ve bu yönüyle daha da korkutucu mudur, yoksa elle tutulur, gözle görülür bir arka planı var mıdır?

 

Jünger, insanın kendi sorununu paylaştıramayacağından, yani bu durumda tek başına olduğundan bahseder. Bunca bireyselliğin ortasında insana, sorunu veya sorunlarının çözümünde toplum nasıl yardımcı olabilir? Jünger burada pek umutlu görünmüyor. Çünkü toplum da eskiden bu konuda iş gören Tanrı da artık pek sırt yaslanacak durumda değil ona göre.

 

Jünger, bilgece bir tavır takınmayı yeğliyor. Sorununu “ifade etmeye” yönelirken bunu, “papazsız ya da yargıçsız bir günah çıkarma” şeklinde adlandırıyor. Kitapta, pek çok yolu kat etmiş, görmüş geçirmiş bir adamın tepeden bakma çiğliğine düşmeden, yaşadıklarından hareketle kendi durumu ile insanların durumu arasındaki ayrımı eşeleyişi “ifade eden” satırlar yüklü. Jünger, anlattıkça rahatlamaya çalışıyor, rahatladıkça rahatsız da edebiliyor. Kendinden yaptığı alıntı, o günün insanının sorunlarına da değini gibi:

 

“Fabrikada yürüyen bandın başına geçirilmesinin şeker kamışı kölesine ne faydası var? O hâlâ zencidir ama bu kez eskiden sahip olduğu doğa da alınmıştır elinden, artık Taylor sistemi tarafından denetlenecektir. Amerikan İç Savaşı’nı bir ilerleme, fakat kapitalist sistem içinde bir ilerleme olarak anlamamız gerekir. Sömürü varlığını sürdürür; sadece daha rafine bir hal almıştır. Bizim açımızdan ilerleme bu savaşla birlikte yeni bir bilincin ortaya çıkmasıdır.” 

 

Bu arada, akıllara zarar bir konu daha zihnini kurcalar: “Karşı çıktığımız sisteme neden gayretle hizmet ettiğimiz ve günün birinde bizi de havaya uçuracak silahların gelişmesinin bizi neden coşturduğu sorusunun altında eziliyordum.” İşte bu toz toprak arasında Jünger’in ağzından “bizi ya şairler ya da ateşin kurtaracağı konusunda hemfikirdik” cümlesi dökülür.
Çağının neşesizliğinden, Paris’in gülümsemesini yitirmesinden, zihni kısıtlamaya yönelen rejimlerden ve insanın içinde bulunan özgürlüğü keşfedememe beceriksizliğinden yakınırken göç yolunun başında bekler. Geçmişini bugüne taşıması, geleceğini şekillendiren günlere ayna tutar.

 

Askerlik ya da ticaret; hangi yola girerse girsin, Jünger yükselmeyi başarır. Döneminin harabeleri ve yalnızlığı içinde bunu da hatırlar. Yan yana yaşanan yalnızlık, dehşet günleri ve duyumsadığı acı, onu biraz da çaresiz kılar.

 

 

Ailenin geçmişi ülkenin geçmişi

 

 

Tüm bunların yanı sıra, Alaaddin’in Problemi, Jünger’in aile albümünü de andırır. Eniştesi, halası, büyükbabası başta olmak üzere, kimi aile fertlerinden olabildiğince bahseder. Bu, biraz da Almanya’nın köklerini oluşturan Prusya’nın geçmişine; en azından geçmişinin bir kısmına ışık tutar.

 

 

Kitabın bu bölümleri yer yer öykü gibi kurgulanmış Jünger tarafından. Burada Jünger’in dikkat çektiği bir noktayı atlamamalı: Aile ve yakın çevresindeki yabancılaşma. Kişiler arasında her an patlayacak bir bomba etkisi yaratıyor bu durum. Evi ve evliliğindeki bu havayı şu sözlerle anlatır:

 

“Evliliklerde şiddetli bir kriz, kronik acıdan iyidir; sağlam bir kavga havayı temizler ve barışma, evdeki huzuru yeniden kurar.” Bu, şöyle bir belirleme ile genişler: “Bilgi ve kültür, aşk için zararlıdır.” Eşi Bertha ile sevgi konusundaki tartışmasının gelip dayandığı nokta budur.

 

Yaşadığı değişimi anlatırken mitolojiye ve Tanrılara bulaşır. Mitoslar, Jünger için hem ferahlama yaratıp anlatımını kolaylaştıran hem de kaçışını sağlayan bir unsur. Satır arasına “benim nihilizmimin gerçekler üzerine kuruduğu kesin” cümlesini sıkıştırmayı da ihmal etmez.  

 

Belki onun rahatsızlığını ya da nihilizmini, o günlerde yok edilmeye başlanan; daha doğrusu, yeniden ama bir o kadar da sevimsizce yazılan tarih ortaya çıkarır. Jünger’in “tarihsiz insan huzurdan yoksundur” sözü, o günlerin tedirginliğini yansıtıyor; hiç olmazsa, kendi içindekini. Makineleşen dünyaya eleştiri oklarını, bu tür bir nihilizm yardımıyla fırlatıyor.
Jünger’in kitap boyunca tekrarladığı ve kendisini sıkıntıya soktuğunu söylediği sorunun, benliğini iyiden iyiye huzursuz ettiği bir gerçek. Dünyanın gidişinden memnun değilken, düşlerin, hemen her şeyin çok daha yoğun yaşandığı yerler olduğunu söyler. Düşler, gücü hem besler hem de tüketir.

 

Jünger, biraz da temenni kokan bir belirleme daha yapar: “Dünyamız endişe verici bir değişikliğe uğrarken, kimse, akıldan kuşku duyulmaya başlandığı o ruh haline yabancı değildir sanırım. Belki de her şey, tüyler ürpertici bir hayaldir.”

 

 

“Çevre için patolojik durum”

 

Öte yandan, art arda yaşadığı çalkantılı duygu durumlarından örnekler sıralarken endişelidir de: Delirmeye mi başlamıştır? Olağan delilik onu kıstırmış; istatistiklerden biri haline mi gelmektedir? Teşhisi koyar: Hastadır. Onu hasta eden beyni değil, bedeni hatta yaşadığı toplumdur. İnsan-çevre ilişkisi, bu deliliğin sınırını çizer: “Eğer çevresini inandıramamışsa, insan, çevre için patolojik bir durum haline gelir.”

 

Jünger, sorunu, artıları ve eksileriyle iktidar olan Alaaddin’i kendi durumu için metafor biçiminde kullanırken, sorgulamasının da son aşamasına geçer. Elbette, artık gelip dayandığı şeyin, sorgulama veya buradan çıkardığı bir sonuç olduğunu söylemek zor. Jünger’inki bir rahatlama; aklını geride bırakıp her şeyi nedensiz yere elinden atarak “mutlu” bir hayatın kapısını aralayan bir ferahlama.

 

Jünger kendisini anlatırken, aslında kendinden çok ötesini; benliğini, olanakların “sınırsızlığına” hapseden insanı sorguluyor. Hemen her şeyin (yalnızlık, korku, değersizlik, tüketim takıntısı…) olağan hale geldiği dünyada o, durup düşünmek için biraz mola verilmesini istiyor.  

 

Jünger’in nihilizmi, herkesin sorunu gerçekte. Alaaddin’in Problemi’yle yoğunlaştığı şey, tek tek insanların insanla; insanlık durumuyla çoğu zaman birbirine ters düşen sorunlarının önceliği. İnsan mı insanlık mı? Jünger, bunun üzerine gidilmesinden yana. 


Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.