Tarihsel ya da biyografik zemine sahip bir roman, ilgilendiği özel konuya dair bilgi dağarcığımızı biraz olsun geliştirir. Romanın ele aldığı o belirli döneme ya da kişiye duyduğumuz merak da, pekala bizi o romanı okumaya iten nedenlerden biri olabilir. Yine de bu tutum ancak romanda tarihin kendisini aramamıza yol açmadığı, romanın son sayfasını hâlâ bir edebiyat okuru olarak çevirebildiğimiz sürece amacından sapmaz. Doğrusu bu biraz da romancıyla, romancının tarihsel gerçeklerin altında ezilmemesiyle ve tarihi okuturken okuduğumuzun eninde sonunda bir roman olduğunu bize her an hatırlatabilmesiyle ilgili. Julian Barnes, Zamanın Gürültüsü’nde, romancının hayal gücünü tarihsel veriler yığınına rehin vermeksizin, biyografik bir romanın nasıl da ustaca yazılabileceğinin dersini veriyor.
Zamanın Gürültüsü, “Parti’yi, Devlet’i, Ulu Reis’i ve Baş Dümenciyi” sevmenin zorunlu tutulduğu Stalin Rusya’sında, yenilikçi yapıtları çoğunlukla rejimin şiddetli saldırılarına uğrayan yirminci yüzyılın en büyük bestecilerinden Dimitri Şostakoviç’in yaşamını ve yapıtlarını konu ediniyor: Kendi tabirleriyle sanat dalları üzerindeki burjuva egemenliğini, Şostakoviç’in ifadesiyle ise gerçek müziği ve ondaki biçimsel yenilikleri ortadan kaldırmaya kararlı Sovyet otoritelerinin, Şostakoviç’in müziğine durmaksızın saldırışı, onu ideolojik bağnazlıkları doğrultusunda tekrar tekrar şekillendirmeye, halkçı sanatın “doğru” yoluna sevk etme çabalarına karşılık da sanatçının şiddetli bir öz sorgulama ile geçen yaşamını, böyle bir ortamda yazma gücü bulduğu eserlerini.
Barnes'ın romanını, bu çok gürültülü, öfkeli zamanlarda okumak, öncesinde hangi ruh halinde olursak olalım usta elinden çıkma bir senfoniyi dinlediğimiz vakit duyacağımız o keyfi verebilir.
Kitapta da sıklıkla yinelenen Rus atasözlerinden birinden alıntıyla, “bir domuz portakaldan ne kadar anlarsa müzikten de o kadar anlayan” birileri müzisyenlerden, üretiminlerini tıpkı bir kömür madencisi gibi artırmalarını beklerken müzik yapabilmek, dahası hayatta kalmak için bazı tavizler de vermesi gerekiyor bestecinin. Sonuçta Sovyet Besteciler Birliği üyesi olmadan nota kağıdı bulmanın imkansız olduğu, bir dergide sizin yazmadığınız, ama sizin imzanızla çıkan bir makaleyi “Acaba bu sefer neler düşünmüşüm?” diye okuyabileceğiniz bir rejimden söz ediyoruz. Üstelik bu yazarlık meselesi bestecinin adıyla yayımlanan makalelerle de sınırlı değil. Başkalarının sizin adınıza yazdığı, Sovyet müziğini temsilen atandığınız konferanslarda sunduğunuz tebliğlerde de iktidarın müzik ayarlarını övmeniz, geçmişte işlediğiniz düşünülen hatalarınız için yabancı topraklarda bile tekrar tekrar özür dilemeniz gerekiyor: “Kitlelerle temasını yitirmiş, yalnızca sofistike müzisyenlerden oluşan dar bir toplum tabakasının hoşuna gitmeye çalışmıştı. Ne var ki halk böylesi bir kopuşa kayıtsız kalamazdı, bu yüzden de onu yeniden doğru yola döndüren kamusal eleştiriye uğramıştı. Meydana geldiği için geçmişte özür dilediği ve şimdi yeniden özür dilemekte olduğu bir başarısızlıktı bu.”
Her ne kadar Stalin’in ölümünden sonra bazı gizler ortaya saçılıp işler Sovyet sanatçılar için biraz daha kolaylaşıyor gibi görünse de, Barnes, Nikita Kruşçev yönetiminin de öncülünden pek farklı olmadığını ileri sürüyor: “Bugünlerde Stalin gözden düşmüştü ama Lenin yeniden göze girmişti. Dişli çarklar bir kez daha dönerse Nikita gözden düşecekti. Sonraysa belki Stalinizm geri dönecekti. Ve bu dünyanın Pospelovları, Khrennikovlar gibi her bir değişikliği değişiklik olmazdan önce sezecekler, kulakları yerde, gözleri esas şansta ve türlü rüzgar değişikliklerini değerlendirebilmek için de ıslak parmakları havada olacaktı.” Üstelik daha geniş bir açıdan bakınca Barnes’ın, Şostakoviç ve Lenin sonrası Sovyet rejimi anlatısında özel isimlerin öyle çok da hayati bir önem taşımadıklarını da görebiliriz. Böylece, yukarıdaki alıntıda geçen özel isimlerin, farklı ülke ve dillerdeki muadilleriyle yer değiştirmesi öyle pek göze batmayabilir. Barnes’ın romanının en büyük başarılarından birisi de iktidarların hızla çürüyen doğasındaki o evrensel ortaklığı oldukça yalın bir dille ifade edebilmesinde yatıyor.
Baskı rejiminde yaşayan bir sanatçı ne tür bedeller ödeyerek ya da tavizler vererek sanatını yaşatabilir? Böyle bir rejimle uzlaşmadan da mümkün müdür bir sanatçının sanatsal üretimi sürdürmesi? Öyleyse taviz verileceklerin sınırı nerede başlayıp bitmelidir? Romandaki temel tartışma bu sorular çevresinde dolaşsa da, Zamanın Gürültüsü kuvvetini yalnızca bunlardan almıyor. En baştan bitimine kadar kendisini okura hissettiren kesintisiz bir ritim, bir olaydan bir başkasına, bir bölümden başka birine geçerken bizi yeni bir beklenti içine sokan şaşmaz harmoni, incelikli bir teknikle hem ana karaktere geçmişi anımsama hem de okura lineer zamanda ileri geri yol alma olanağı sağlayan, yazarın Rus atasözlerinden anlatıya monte ettiği leifmotifler kitabı edebi bir senfoni haline getiriyor.
“Gerçek müzik, on yıllar boyunca, eğer zamanın gürültüsünü bastıracak kadar güçlü, gerçek ve safsa, tarihin fısıltısına dönüşür,” dedirtiyordu Barnes hem romanın hem de yaşamının sonlarına doğru Şostakoviç’e. Barnes’ın romanını, tarihin fısıltısına asla dönüşemeyecek bu çok gürültülü, öfkeli zamanlarda okumak, öncesinde hangi ruh halinde olursak olalım usta elinden çıkma bir senfoniyi dinlediğimiz vakit duyacağımız o keyfi verebilir.
* Görsel: Emre Karacan
Yeni yorum gönder