Yazıya bir anekdotla başlayacağım. Fen edebiyat fakültesinin İngiliz dili ve edebiyatı anabilim dalında öğrenim görürken, bölümden Şırnaklı bir dostum vardı. Bir bahar günü kampüsün çimleri üzerinde uzanıp birlikte keyif çatarken, elinde Fawaz Husên’in Amidabad kitabını görünce kafama dank etmişti. Kitaba şöyle bir göz gezdirip, “Şimdi fark ettim de, sizin dil ve edebiyat hakkında hiçbir şey bilmiyorum,” demiştim. Ben böyle söyleyince, dudağını hafifçe sola kıvırıp alaycı bir kahkaha patlatmıştı; “O da bir şey mi? Haydi sen Türksün, bizim halkın çoğu kendi edebiyatından habersiz. Cuntaydı, baskıcı rejimdi, faşizmdi... Eyvallah bunların etkisi var tabii. Ama bizimkilerin de edebiyatımıza ve yazarlarımıza sahip çıkmak için cefa çektiği söylenemez.” Yorumunu değerlendirebilecek kadar malumatım olmadığından sitemine herhangi bir yanıt vermemiştim. 2009 yılının sonlarına doğru, Ceylan Önkol’un Lice’de askerlerce havan topuyla parçalanarak, Serap Eser’in de İstanbul’da PKK sempatizanlarınca yakılarak öldürüldüğü bir toplumsal histeri anında –gençliğin de fevri haletiruhiyesiyle– çocukça bir kavga edip bir daha konuşmamıştık. Yıllar sonra Gezi’de ikimiz de ağır yaralanınca, birbirimizi anlamak için daha çok çaba sarf etme kararı aldık. Haliyle, elime Fırat Cewerî’nin kitapları geçince hemen onu aradım. Bir süre sohbet ettikten sonra, “Senden rica ediyorum,” dedi, “Cewerî’nin Kürt dili için verdiği emekler kitaplarına sığmaz. O yüzden gerçekten dilimiz için ufak da olsa bir hizmet vermek istiyorsan, bir paragrafla da olsa, Kürt edebiyatı için son zamanlarda gösterilen çabalardan ve Cewerî’nin kitaplarındaki toplumsal süreçten de bahset. Kendini eserlerin yazınsal nitelikleriyle sınırlama...” O yüzden, yüksek müsadenizle, yazıyı bu rica bağlamında kaleme alacağım.
1959 yılında Mardin’de doğup 1980 öncesinde İsveç’e yerleşen Fırat Cewerî, modern Kürt edebiyatının öncülerinden ve en büyük emekçilerinden. Kendisine bu sıfatları yakıştırmak bir hayli kolay, zira Kürt edebiyatının mihenk taşlarından biri olan Nûdem yayınevini ve Nûdem dergisini kurup on yıl boyunca Kürt diline büyük katkılar sundu. Genel olarak Nûdem, Kürt edebiyatı için hem gönül hem de idealler bağlamında ayrı bir yer taşıyor. Nûdem kurulduğunda birçok otorite tarafından, Kürtçe alfabenin en ideal formunu hayata geçirip, 1932-1943 yılları arasında Celadet ve Kamuran Bedirhan kardeşlerin çıkardığı Hawar dergisinin bir devamı muamelesi gördü. Aynı Hawar’da olduğu gibi, Nûdem de çırak ve ustaları bir araya getirdi; Mustafa Aydoğan, Fawaz Husên ve Emin Narozi gibi isimlerin eserleri bu çatı altında yayımlandı. Kürtlerin “İkinci Hawar”ı olarak değerlendirilen Nûdem’in yayınevi kolu, selefinin de hakkını teslim ederek Cewerî’nin yoğun çabaları sonucu Hawar’ın tüm sayılarını bir araya getirip, iki cilt halinde yayımladı. Kürtçe on üç kitap yazan Cewerî, bunların yanı sıra Samuel Beckett, Fyodor Dostoyevski, Yaşar Kemal, John Steinbeck ve Jean-Paul Sartre gibi pek çok ünlü yazarın eserini de Kürtçeye çevirdi. Nihayetinde iki ciltlik Antolojiya Çîrokên Kurdî’yi (Kürt Öykü Antolojisi) yayımlayarak Kürt öykücülüğünün tanınmasına katkı sağladı.
Politik unsurlar taşısa da...
Muhsin Kızılkaya’nın Kürtçeden dilimize kazandırdığı Birini Öldüreceğim ve bu eserin yeni yayımlanmış devamı olan Lehî, Cewerî’nin Kürt ve dünya edebiyatına yeni katkıları... Hikaye kahramanımız Temo’nun bir sabah birini katletme arzusuyla uyanmasıyla başlıyor. Fakat roman ilerledikçe bu içgüdünün absürt bir nitelik taşımadığını, zira Temo’nun halkının davası adına on beş yıl hapis yatıp işkence gördüğüne, hatta faili meçhul mağduru olduğuna tanıklık ediyoruz. Bu dört duvar arasındaki on beş yılın ardından Temo’nun yaşadığı yabancılaşma ve halkının onu görmezden gelmesi, bireyin toplum adına yaşadığı nevroz karşısında toplumun duyarsızlığı Temo’daki öldürme içgüdüsünü şekillendiriyor. Bu bağlamda Temo, tamamıyla kolektif ve ülkeye adanmış bir hayatın aslında doğası gereği sağlıksız ve hiçleşmiş bireyler yarattığı, bu yitikleşen ve eşsiz yaradılışlarını tamamına erdirmeye muvaffak olmayan insanların çaresizliğinin de nihayetinde topluma faydadan çok zarar verdiği bir psikanalitik-diyalektik temel sunuyor.
Eserin bir diğer karakteri olan Diana da, yazarın savaş ortamının insanlara nelere mal olabileceğini anlatma gayretinin bir tezahürü. Diana ya da “Lehî” de, Temo gibi saflığı, inançları ve ideallerinin kurbanı olarak Almanya’dan dağdaki bir savaşa, oradan da uğruna savaşıp esir düştüğü kentte fahişeliği kadar sürükleneceği dramatik bir portreye sahip. Bu noktada bir Kürt kadını olarak bize sunulan karakter, yalnızca Kürtlüğün yaralarını değil, Anadolu topraklarında hâlâ hüküm süren ve gün geçtikçe daha çok kadının canına mal olan ataerkil-feodal düzende kadın olmanın şiddetle kanayan yaralarını da Cewerî’nin mürekkebine katmakta...
Kitapların Kürt sorununun toplumsal-siyasal yönünden ziyade, insan portrelerinde odaklanması onları ideolojik temelli, soğuk birer politik roman olma gafletinden “kurtarmış” görünüyor. Bu noktada da Ceweri’nin Kürt edebiyatını ulusal-mikro boyuttan sıyırarak, evrensel makro boyuta taşıdığını söyleyebiliriz. Tekrar altını çizmekte yarar var; her ne kadar birey olmanın toplumun bir parçası olma zorunluluğu taşımasından mütevellit anlatı politik unsurlar taşısa da, Birini Öldüreceğim ve Lehî’yi “politik roman” janrına dahil etmek, taşıdığı sanatsal-edebi temel ve ağırlığı saptırmak yanılgısına sebep olacaktır. Bu bağlamda, Cewerî'nin modern Kürt edebiyatında başarıyla doldurduğu bu mezkur temel ile, modern Alman edebiyatındaki Hans Fallada ve Uwe Timm gibi isimlere muadil olduğunu söyleyebiliriz
Son kertede gönül rahatlığıyla şunu söyleyebiliriz ki, Fırat Cewerî’nin Diyarbakır-Amed ile başlayıp İsveç’e uzanan Birini Öldüreceğim ve Lehî isimli eserleri, insana mesaj verme kaygısından ziyade insanın verdiği mesaja odaklı, didaktik olmayan çerçevesi ve modern edebi estetiğin biçemlendiği zarif portesiyle okuyucuya fevkalade edebi zevkler ve toplumsal idrak fırsatları sunuyor...
* Görseller: Kaitlin Baumann, Onur Atay
Yeni yorum gönder