Herta Müller’in bu yılkı Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görüldüğü açıklandıktan sonra gırgır işler olmuş. Onlardan birini aktarayım: Bir gazeteci eleştirmenin birine telefonda soruyor, ‘ödülün böyle takdir edilmesini nasıl karşıladınız’ gibisinden. Eleştirmen, sağır duymaz uydurur misali, ya da fırlamalığından, Herta Berlin mi..? O mu kazanmış Nobel’i?!” diyor.
Şükür ki bu matrak olay Almanya’da vuku bulmuş. Benzeri bir şekilde bizde yaşansaydı seyreyleyin gümbürtüyü. Hoş yazarlarımız arasında ismi bizim futbol takımlarımızdan birini çağrıştıranı yok. Rahmetli Can Babamız (Can Yücel) Erol Toy için, “Bu bizim Erol Toy da kendini Erol Tolstoy zannediyor,” derdi. O ayrı bir tuluat. Benzer bir hınzırlığı Borges yapmıştı, Cervantes Ödülü’nü paylaştıkları Gerardo Diego için. Hazret ‘ortak kurbana girmiş’ olmaktan bozulmuş olmalı -bildiğim kadarıyla Borges sağır değildi, görme özürlüydü-, böyle yüksek bir edebiyat ödülünü neden bir futbolcu ile paylaştığını sormuştu.
Bu mugalatadan sonra konuya gelelim: Düşündüm de Nobel Edebiyat Ödülü’nü Latife Tekin’in almasında bir sakınca yok. Ona “Elif Şafak kaç?” türünden sululuklar da yapılamaz. Yani rahatlıkla gidip alabilir.
Konuyu açan Özdemir İnce, Özdemir abimiz. Geçenlerde Hürriyet’teki köşesinden duyurdu, “Şuraya yazıyorum,” dedi, “Latife Tekin 2020’ye kadar Nobel’i alacak”. Yazısında alttan alta Herta Müller ile Latife Tekin kıyaslaması yapıyor, ona verildiyse bizimkisine de haydi haydi verilebilir demeye getiriyor. Özdemir abimizin edebiyat imanı siyasi konularda olduğundakinden niye eksik olsun, bence bu işi olmuş bilelim. Tek beklemesi kalıyor.
Bu bekleme süresinin sırrını da ben biliyorum. Ne konjonktür, ne edebi performans, ne insan hakları misyonu sözkonusu burda. Nobel edebiyat jurisinin derdi başka, ‘iyi saatte olsunlar’la uğraşıyor onlar, yani cinlerle. Ne zaman ki değerli yazarımız Latife Tekin’in cinlerinin sırrını çözecekler, o zaman müjdeli haberi alacağız. İsveç Akademisi’nin ketum ihtiyarcıklarının işi gerçekten zor. Bu sefer konu daha çetin, Garcia Marquez’in babaannesi Ursula’nın ölüp ölüp dirilmeleri, aylarca yağan yeşil yağmurlar falan şimdi sıradan problemler gibi geliyordur onlara...
Latife Tekin’in “Rüyalar ve Uyanışlar Defteri”ni okudum. Metni olabildiğince sindirip, bir değerlendirme yapacağım, o hal içinde salınıp dururken bu Nobel muştusu bendeki kıt analizci beceriyi de aldı götürdü. Kitaptaki metinlerin edebi türünü keşfedilsem hangi akıma göz kırptıklarını çıkartabileceğim. Fıkra -nicedir unuttuğumuz tür- desem, denemenin hatırı kalacak, masal desem günce gücenecek. Fantastik tarzda politik fıkra, üstüne de masal, manzum şiir, anı, günce ve edebi notlar kaynatması, yani şehir diliyle sos’u. Nihat Genç’in serbest yazılarında -ki alabildiğine serbesttirler- başvurduğu geçişkenlikler dinamiği aklıma geliyor. Latife Tekin’i dinamik buluyorum, bu kesin. Kararına varıp büyük Anadolu fantastik romanını yazsa artık. Ne “hobbitler” koşturur Anadolu topraklarında. Tabii o, fantastik yaratıklardan otokton olanlarını bulur yazar, yani binlerce yıldır burada oturanları, Ankara maymunundan önce varolanları. Psiko-lenguistik bir dalga boyundan isim isim ona geliyorlar zaten. Atalarından tevarüs etmiş böyle bir yeteneği var.
Tabii edebiyatın bir de pedagojisi var, toplumun kulağını tarihselliğin duvarına çakan. Çakıp oradan dinleten. Schopenhauer’in deyişiyle ‘halktaki asgari edebiyat dehası’na seslenen. Sabır, sağduyu ve empati ile o dalga boyuna gireriz. Yazıyla kurulu kuruluveren, seküler, ezoterik vb., okuma kulüpleri hoşnut olacaklar diye defter dolduranlar çok olur.
Bir de bana bu cinlerden, fabl yetimi hayvancıklardan gına geldi. Hem ortada vampirler de dolaşıyor. İyisi mi Alphonse Daudet’in “Değirmenimden Mektupları”na sığınayım yine. Ne yapayım..?
Yeni yorum gönder