Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Edebiyat bağını cinler basmış, gördün mü?



Toplam oy: 1755

Herta Müller’in bu yılkı Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görüldüğü açıklandıktan sonra gırgır işler olmuş. Onlardan birini aktarayım: Bir gazeteci eleştirmenin birine telefonda soruyor, ‘ödülün böyle takdir edilmesini nasıl karşıladınız’ gibisinden.  Eleştirmen, sağır duymaz uydurur misali, ya da fırlamalığından, Herta Berlin mi..? O mu kazanmış Nobel’i?!” diyor.

Şükür ki bu matrak olay Almanya’da vuku bulmuş. Benzeri bir şekilde bizde yaşansaydı seyreyleyin gümbürtüyü. Hoş yazarlarımız arasında ismi bizim  futbol takımlarımızdan birini çağrıştıranı yok. Rahmetli Can Babamız (Can Yücel) Erol Toy için, “Bu bizim Erol Toy da kendini Erol Tolstoy zannediyor,” derdi. O ayrı bir tuluat. Benzer bir hınzırlığı Borges yapmıştı, Cervantes Ödülü’nü paylaştıkları Gerardo Diego için. Hazret ‘ortak kurbana girmiş’ olmaktan bozulmuş olmalı -bildiğim kadarıyla Borges sağır değildi, görme özürlüydü-, böyle yüksek bir edebiyat ödülünü neden bir futbolcu ile paylaştığını sormuştu.

Bu mugalatadan sonra konuya gelelim: Düşündüm de Nobel Edebiyat Ödülü’nü Latife Tekin’in almasında bir sakınca yok. Ona “Elif Şafak kaç?” türünden sululuklar da yapılamaz. Yani rahatlıkla gidip alabilir.

Konuyu açan Özdemir İnce, Özdemir abimiz. Geçenlerde Hürriyet’teki köşesinden duyurdu, “Şuraya yazıyorum,” dedi, “Latife Tekin 2020’ye kadar Nobel’i alacak”. Yazısında alttan alta Herta Müller ile Latife Tekin kıyaslaması yapıyor, ona verildiyse bizimkisine de haydi haydi verilebilir demeye getiriyor. Özdemir abimizin edebiyat imanı siyasi konularda olduğundakinden niye eksik olsun, bence bu işi olmuş bilelim. Tek beklemesi kalıyor.

Bu bekleme süresinin sırrını da ben biliyorum. Ne konjonktür, ne edebi performans, ne insan hakları misyonu sözkonusu burda. Nobel edebiyat jurisinin derdi başka, ‘iyi saatte olsunlar’la uğraşıyor onlar, yani cinlerle. Ne zaman ki değerli yazarımız Latife Tekin’in cinlerinin sırrını çözecekler, o zaman müjdeli haberi alacağız. İsveç Akademisi’nin ketum ihtiyarcıklarının işi gerçekten zor. Bu sefer konu daha çetin, Garcia Marquez’in babaannesi Ursula’nın ölüp ölüp dirilmeleri, aylarca yağan yeşil yağmurlar falan şimdi sıradan problemler gibi geliyordur onlara...

Latife Tekin’in “Rüyalar ve Uyanışlar Defteri”ni okudum. Metni olabildiğince sindirip, bir değerlendirme yapacağım, o hal içinde salınıp dururken bu Nobel muştusu bendeki kıt analizci beceriyi de aldı götürdü. Kitaptaki metinlerin edebi türünü keşfedilsem hangi akıma göz kırptıklarını çıkartabileceğim. Fıkra -nicedir unuttuğumuz tür- desem, denemenin hatırı kalacak, masal desem günce gücenecek. Fantastik tarzda politik fıkra, üstüne de masal, manzum şiir, anı, günce ve edebi notlar kaynatması, yani şehir diliyle sos’u. Nihat Genç’in serbest yazılarında -ki alabildiğine serbesttirler- başvurduğu geçişkenlikler dinamiği aklıma geliyor. Latife Tekin’i dinamik buluyorum, bu kesin. Kararına varıp büyük Anadolu fantastik romanını yazsa artık. Ne “hobbitler” koşturur Anadolu topraklarında. Tabii o, fantastik yaratıklardan otokton olanlarını bulur yazar, yani binlerce yıldır burada oturanları, Ankara maymunundan önce varolanları. Psiko-lenguistik bir dalga boyundan isim isim ona geliyorlar zaten. Atalarından tevarüs etmiş böyle bir yeteneği var. 

Tabii edebiyatın bir de pedagojisi var, toplumun kulağını tarihselliğin duvarına çakan. Çakıp oradan dinleten. Schopenhauer’in deyişiyle ‘halktaki asgari edebiyat dehası’na seslenen. Sabır, sağduyu ve empati ile o dalga boyuna gireriz. Yazıyla kurulu kuruluveren, seküler, ezoterik vb., okuma kulüpleri hoşnut olacaklar diye defter dolduranlar çok olur. 

Bir de bana bu cinlerden, fabl yetimi hayvancıklardan gına geldi. Hem ortada vampirler de dolaşıyor. İyisi mi Alphonse Daudet’in “Değirmenimden Mektupları”na sığınayım yine. Ne yapayım..?   

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.