Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Edebiyat Cumhuriyetinin Lüzumsuz Adamları



Toplam oy: 122
Modern edebiyatın temel karakterlerinden biri de “lüzumsuz adam”dır. Niçin lüzumsuzdur bu adam? Aidiyet hissi o kadar düşük ve bireyciliği o denli yüksektir ki onu tanımlamak için kendisinden başka bir referans kaynağı bulmak çok zordur. Kendisine bir faydası var mı belli değildir ama başkasına bir faydası olmadığı kesindir. Onların lüzumsuzlukları bize kendimiz için biçtiğimiz hedeflerin ne kadar boş olduğunu hatırlatır. Başarılı olmak için taktığımız prangaları saklayan süsleri sökmemiz gerektiğini gösterir bize lüzumsuz adam. Evet, bir özgürlük yolu da sunmazlar. Özümüzü gürleştirmenin formülünü bulamayız onlardan. Onun yerine bizi gerçeğin çölünde terk ederler. Ama yine de iyi ki de vardır “lüzumsuz adamlar”.

Modern edebiyat bir ülke olsaydı, vatandaşlarının hatırı sayılır bir bölümünü “lüzumsuz adamlar” teşkil ederdi. Her edebiyat kendi çağının karakterinden yola çıkar ve kendi zamanının ruhunu ete kemiğe büründürür. Bir dönemin edebiyat anlayışı o dönemin kültürünün, üretim tarzının, yaygın kabullerinin yazarının bilincindeki tezahürlerinin kasıtlı veya gayri iradi yansımalarından oluşan bir galeridir. Kahraman, sonsuz gibi görünen yolculuğu içinde kılıktan kılığa, karakterden karaktere bürünür. Kâh boğayı tek yumrukta deviren Boğaç Han yahut prensesi ejderhadan kurtaran prens; kâh ıssız adaya düşen Robinson veya Üç İstanbul’un Adnan Bey’i olur.

 

Modern edebiyatın temel karakterlerinden biri de “lüzumsuz adam”dır. Niçin lüzumsuzdur bu adam? Aidiyet hissi o kadar düşük ve bireyciliği o denli yüksektir ki onu tanımlamak için kendisinden başka bir referans kaynağı bulmak çok zordur. Kendisine bir faydası var mı belli değildir ama başkasına bir faydası olmadığı çok nettir. Esasen kötü biri de olmayabilir. Kötülük yapmak için bile bazı bağları diri tutmak gerekir. Çıkarları gözetmek için de “iletişimi” güçlü tutmak şarttır. Lüzumsuz adam bunların dışında biridir. Zamanın ruhuna ve aslında ruhsuzluğuna şahit olabileceğimiz bir ibret aynasıdır “lüzumsuz adam”.

Flanör kalabalıklar içinde yalnızdır
“Lüzumsuz Adam”ın kim olduğunu anlamak için önce Frenkçe bir kavrama müracaat etmek gerekiyor. O da flanör (bir başka imlasıyla flâneur). 19. yüzyıl Paris’inde yani sanayileşmenin ve sömürgeciliğin zirve yaptığı bir şehirde zuhur etti bu kavram. Flanör tam bir burjuva tipidir. Flanör, kentte amaçsızca dolaşan, kalabalıklar içindeki yalnızdır. O Baudelaire’in bir kitabına verdiği isimle Paris Sıkıntısı’na yakalanmıştır. Baudelaire Modern Hayatın Ressamı’nda flanörü şu sözlerle anlatır: “Nasıl ki kuş havada, balık suda yaşarsa, o da kalabalıklarda yaşar. Aşkı, işi, gücü kalabalıklardır. Kusursuz flâneur için, tutkulu gözlemci için, ahalinin orta yerini, hareketin gel-git noktasını, gelip geçici ile sonsuzun arasını mesken tutmak müthiş bir keyiftir (…) Evrensel hayat âşığı, dipsiz bir elektrik sarnıcına girer gibi dalar kalabalığın içine. O, kalabalığın kendisi kadar büyük bir aynaya, bilinçle donatılmış bir kaleydoskopa benzetilebilir. Hayatın çeşitliliğini, tüm öğelerinin uçarı zarafetini yeniden üreten bir kaleydoskop. Kendi dışındakine bir türlü doymayan bir ben’dir o: Dışındakileri, daima istikrarsız, ele avuca sığmaz olan hayattan daha canlı imgelerle ifade eden bir ben”dir ve “modern hayatın ressamı” olan Constantin Guys’ın deyişiyle “kalabalığın içinde sıkılan insan aptalın tekidir!”
Flanör kavramını ilk olarak Walter Benjamin, Pasajlar adlı eserinde Charles Baudelaire ve eserlerinde konu edindiği karakterler hakkında kullanır. Bir arayış insanıdır flanör. Dışa yönelse de arayışı kendi hakkındadır. “Ben kimim?” sorusuna şehrin kalabalığında, pasajlarında cevap arar ve bu arayışı onu yalnızlaştırır. Onu “lüzumsuz adam” kılan şey “dünyayı kurtarmak” gibi bir gayretinin olmamasıdır. Bir sanat eseri kadar faydasız ve bir sanat eseri kadar lüzumsuzdur “flanör”. Çünkü “birey” olmaya yönelmiştir. Kendisinden başkasına faydası yoktur. Kimliğini ait olduğu cemiyette veya cemaatte değil kendinde aramakta, anlamı atalarından değil içinde bulmaktadır. Nietzsche’nin aforizmasını tekrar edersek: “Aylaklık bütün psikolojinin başıdır.” O bulunduğu toplumda Edgar Allan Poe’nun deyimiyle bir tedirgindir. Walter Benjamin ise Pasajlar’ında dolaştırdığı bu karakteri için “kitle bir peçedir” der. Robert Musil’in Niteliksiz Adam’ı flanör ile lüzumsuz adam arasındaki bağ gibidir. Romanın başkarakteri Ulrich, kendi karakterini bildik yolların dışında yani mensup olduğu cemiyette değil kendi içinde aramaktadır. Flanör gibi kendini kentin sokaklarına vurmaz ama içinin yokuş ve inişleri de şehrinin yokuşlarından daha az değildir.
Rusların lüzumsuz adamları
Edebiyatta modernleşme ve bireyleşmeyle başlayan lüzumsuz adam tiplemesi başka ülkelere de kendi modernleşme ve batılılaşma maceralarıyla birlikte ihraç edilir. Nitekim hayali edebiyat ülkemizin lüzumsuz adamlarının çok büyük bir kısmı da kesinlikle Rus olurdu. Bir Rus “lüzumsuz adamları geleneği”nden bile rahatlıkla bahsedebiliriz. Elbette ki Rus modernleşmesi kendi “lüzumsuz adamı”nı üretti ve edebiyata bol bol lüzumsuz adam kazandırdı. Rus batılılaşması henüz bir burjuva sınıfı üretmediği; batılılaşma aristokrasi ve bürokrasi üzerinden geliştiği için flanör de bu sınıftan kişiler arasından “icat edildi”.
Rus “lüzumsuz adamları” Rus modernleşmesinin merkezi olması için Çar Petro tarafından tasarlanıp inşa ettirilen Petersburg’da doğarlar. Batılı eğitim almışlardır ve Rusya ile aralarında bir “doku uyuşmazlığı” söz konusudur.
Turgenyev’in Lüzumsuz Bir Adamın Günlüğü adından kendini belli eden bir karakter olarak karşımıza çıkar. Romanın başkarakteri Çalkaturin kendi yaşam öyküsünü şu sözlerle dile getirir: “Lüzumsuz, lüzumsuz… Saplanıp kaldığım kocaman bir kelime. Derinden derine içime kapandıkça tüm geçmişimle daha çok yüzleşiyorum ve bu tabirin acımasız gerçekliğine daha çok inanıyorum. Lüzumsuz işte daha ne olsun.”
Dostoyevski için lüzumsuz adam Batılılaşmış yani kültürüne yabancılaşmış bir tiptir. Dostoyevski’nin en meşhur lüzumsuz adamını Yeraltından Notlar’da okuruz. “Ben hasta bir adamım” diye başlar roman. Başkarakter, tembelliği ile övünür, kibirlidir, karamsardır, tutarsızdır, tam anlamıyla faydasız bir baş belasıdır. Suç ve Ceza’nın Raskolnikov’u kendi değerlerinden o derece kopmuştur ki katil olmak için gerekli cesareti zihnindeki Napolyon imgesinden alır. Napolyon’un iktidarı için her şeyi göze alabilmesinden ilham alarak cinayet işler “lüzumsuz adamımız”.
Gonçarov’un lüzumsuz adamı olan Oblomov ise lüzumsuzluğun ve faydasızlığın zirve ismidir. Romanın neredeyse ilk üçte birlik kısmı yatakta geçer. Bir türlü yatağından çıkamaz Oblomov. Flanör tiplemesinin kentin sokaklarını mesken tutması Oblomov’da yatağından çıkmaması ile tezat teşkil etmez. Zira aslolan hareket etmek değil bireyin başkasını gözetmeden hareket etmesi ya da tamamen hareketsiz kalmasıdır.
Lüzumsuz adam geç mi geldi bize?
Türk edebiyatından “lüzumsuz adam” çıkmadı mı? Matbaa gibi flanör de, lüzumsuz adam da bize geç mi geldi? Rusya’dan farklı olarak bir aristokrasi sınıfı da yoktu bizde. Geriye kala kala bürokrasi kalmıştı elde. Batılılaşma maceramız “bürokratik” bir sürece dönüştü bu topraklarda. Biz bir derde binaen batılılaşma yoluna girdik ve derdimizle bağlantı kurmadığımız konularla da haliyle ilgilenemedik. Bizim için Şevket Süreyya Aydemir’in kitap isminden okursak “Suyu Arayan Adam” lazımdı. Henüz sanayileşmemiştik, sömürgelerimiz yoktu ve “Toprak Uyanırsa” diye bir ümidimiz vardı. Lüzumsuz adam bizim için gereksiz bir lükstü. Araba Sevdası’nın tiplerinden flanör icat edecek durumda da değildik. Nitekim “Tanpınar, bu ilgisizliğimizden şikâyet eder. Yaşadığım Gibi’de yer alan ‘Notre-Dame’dan Başıboş Düşünceler’ (Yazının ismi bile flanörlük çağrıştırır) başlıklı yazıda bu şikâyetini şu sözlerle estetikleştirir: Baudelaire’in öldüğü günlerde bizim Tanzimatçılar, Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa Paris’te idiler. Fakat hiçbiri ondan bahsetmez. Zira Tanzimat neden bahseder ki? Onlar Avrupa’yı başları sıkıldıkça uğranılan attar dükkânı gibi bir şey sanıyorlar, alacaklarını aldıktan sonra çabucak kapıyı kapatıyorlardı. Ne çıkar, hâlâ Garp’tan bahsetmeyi kendimize ihanet sayıyoruz.” Tanpınar’da da Sahnenin Dışındakiler vardır, Saatleri Ayarlama Enstitüsü bürokratları vardır ama flanör yoktur. O şehirde dolaşırken bir flanör gibi dolaşamaz. Onun dolaştığı, anlattığı şehrin iyi-kötü kimliği vardır. Sonuçta Tanpınar da bir akademisyendir.
Aylak Adam bir flanör mü?
1959’da yayınlanan Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı, baba parası yiyerek yaşayan bir aylaktır. Adı sadece C’dir. Bir derdi, ideali, hayali, hedefi yoktur. Melike Kılıç yüksek lisans tezinde C için “Kendisine tutunacak bir şey aramaktan ziyade, tutunabileceği şeylerden kaçan bir kahraman olmasıyla bir sanatçı olamamıştır fakat çevresi sanatçılarla doludur” der. C için burjuva, bürokrat veya aristokrat diyemeyiz. Mirasyedidir o kadar. Gün boyu dolaşır. Sanatla ilgili gözükür. İnsanların bıyıklarına takılır. Sinemaya gider. Sinemadan çıkan insan diye bir dert edinir. Seyrettiği filmden büründüğü haleti ruhiyeyi koruyamadığından şikâyet eder. Onun sokakları dolaşırken de, sanatla ilgilenir gibi yaparken de, aradığı, sinemadan çıkarken koruyamadığı o haleti ruhiyedir sanki. Aylak Adam’ın yaşadığı İstanbul, kimliksiz bir kenttir. Tıpkı Anayurt Oteli’nin kimliksiz bir taşra olması gibidir. (Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ında da lüzumsuz adamımız yaşadığı kent olan Petersburg için “yeryüzünün en soyut kenti” nitelemesinde bulunur.) Her yer, her yer olabilir. Ne nostaljisi yapılabilecek bir geçmiş ne de idealize edilecek bir gelecek vardır. Yaşanan bu anın sıkıntısından ibarettir. C de Zebercet de sıkıntılarını farklı yollardan giderir. Sonuçta amaçlanan bu anı atlatmaktan ibarettir. Zebercet güya iş sahibidir ama gerçekte mesleksiz ve mesnetsizdir. Sait Faik’in Lüzumsuz Adam’ı için mahallesi ne ise Zebercet için de otel odur. Şehirde yaşamayan bir “lüzumsuz adam”dır Zebercet ve bu yönü onu daha da lüzumsuz bir tercümeye dönüştürür. “Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın”ı beklemesi Godot’yu beklemek kadar lüzumsuzdur. Tıpkı Aylak Adam’daki C’nin şehri dolaşırken “güzel, temiz yüz” bulmasının beyhudeliği gibidir bu bekleyiş. Tabii ki Lüzumsuz Adam deyince adıyla sanıyla Sait Faik Abasıyanık’ın Lüzumsuz Adam’ını unutmuş değiliz. Doğulu bir flanördür o. Oblomov’un azıcık yatağından dışarı çıkan halidir Sait Faik’in Lüzumsuz Adam’ı… Yedi yıldır mahallesinden dışarı çıkmamıştır. Bir anlamda da negatif flanördür o. Kalabalıkların değil aynı üç beş kişinin arasında yer alır. Ne der kendisi hakkında: “Ben bir acayip oldum. Gözüm kimseyi görmüyor, kimsenin kapımı çalmasını istemiyorum. Dünyanın en sevimli insanları olan posta müvezzilerinin bile.” Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ını hatırlatır bu cümleleriyle.
Atay’ın eserleri “lüzumsuz adam” deposu
Lüzumsuz adamımız Mansur Bey, birkaç mekân ile sınırlı dünyasında arada bir yabancı dil öğrenme hevesiyle kitap okumaya çalışmak dışında kendi rutininin dışına çıkmaz. Kendisine miras kalan dükkânın kirasıyla geçimini sağlar. Yaşadığı mahallenin sokaklarını kendi tespit ettiği numaralarla anar. Sait Faik’in pek çok hikâye karakteri gibi “lüzumsuz adam”ı da bir yere kadar Sait Faik’in ta kendisidir. Bu noktada Ayfer Tunç’un Sait Faik için yaptığı tespiti aktarmakta fayda var: “Bana öyle geldi ki, Sait Faik’in içinde kökü bu topraklara bağlı, aslen buralı bir Flâneur var. O, İstanbul’un herhangi bir yerinde, Beyoğlu’nun bütün arka sokaklarında, Haliç’in girinti çıkıntılarında, Tarlabaşı’nda, Dolapdere’de, Şişli’de, Şişli’nin arkalarında, Feriköy’de, Beşiktaş’ta, Menekşeli vadilerin adı olan Mecidiyeköy’de, kısacası bu toprakların Flâneur’ünün rahat edebileceği ne kadar sokak varsa hepsinde, kendi evinin yatak odasındaymışçasına rahat ve güvende dolaşır.” Lüzumsuz Adam, Sait Faik’in kendisi değil ondan bir cüzdür.
Melih Cevdet Anday’ın Aylaklar romanını da unutmamak lazım bu noktada. Aylaklar’ın karakterleri kelimenin tam anlamıyla “lümpen”dir. Bizde aristokrasi yoktur ama “saraylılar” vardır. Sarayda hizmet gördüğü için ihsanda bulunulan insanların torunlarıdır “Aylaklar” ve lümpenliklerini, aylaklıklarını saraylı ceddinin aldığı ihsanlarına borçludur. Bir baltaya sap olamamak adeta “erdem” gibidir bu aile için. Aylak Adam’ın da Aylaklar’ın da flanörlüğü bir yerde “tercüme”dir ve kavramın aslına tam oturmamaktadır. Ancak her iki romanda arada kalmışlığa rağmen arafta bile olamamanın hiçliğin eşiğindeki beyhudeliği vardır. Arafta olmak bile bir anlam ve değer ifade eder. Oysa aylaklık öyle bir beyhudeliktir ki herhangi bir değerler sistematiği içinde karşılık bulamaz. Oğuz Atay’ın romanları ve öyküleri “lüzumsuz adam” deposu gibidir. Beyaz Mantolu Adam, başarısız bir dilencidir. Kenti büyük bir başarısızlıkla dolaşır. Kendini denize terk eder. Son anına kadar fark edilmez, daha doğrusu fark edilmeye değer bulunmaz. Korkuyu Beklerken’de karakter kendini eve hapseder. Gerçekten var olup olmadığı belli olmayan bir tehditle karşı karşıyadır. Tutunamayanlar, bir lüzumsuz adamlar ansiklopedisidir adeta. “Tehlikeli Oyunlar” lüzumsuz adamlar arasında cereyan eder. Edebiyat Cumhuriyeti’nin bulvarlarında yürüyen ve adımlarıyla edebiyatı zenginleştiren daha pek çok “lüzumsuz adam” var. Onların lüzumsuzlukları bize kendimiz için biçtiğimiz hedeflerin ne kadar boş olduğunu hatırlatır. Başarılı olmak, başarılı kabul edilmek için takmayı kabul ettiğimiz prangaları saklayan süsleri sökmemiz gerektiğini gösterir bize lüzumsuz adam. Evet, bir özgürlük yolu da sunmazlar. Özümüzü gürleştirmenin formülünü bulamayız onlardan. Onun yerine bizi gerçeğin çölünde terk ederler. Yine de iyi ki de var “lüzumsuz adamlar”.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.