“Kabullendiğimiz ‘kavramlar kalabalığı’ duyduğumuz, gördüğümüz ya da dokunduğumuz tüm önermelerden çıkıp bizim gerçeklerimizi oluşturuyordu. Gerçekleşenler isteklerimiz ya da düşlerimiz değil, kabullendiğimiz önermelerdi.
Kimse bize ölümün bir yasa değil, bir alışkanlık, bir gelenek olduğundan bahsetmedi.”
Herhalde Richard Bach’ı en çok Martı Jonathan Livingston’ın hikayesinde özümsedik. Martı Jonathan; Richard Bach’ın uçma tutkusunun, bizimse ulaşılması zor bütün tutukularımızın bir sembolü ve kahramanıydı. Genlerine kodlanmamış bir ‘sonradan çıkma’ dürtüyle hep yükseğe, daha yükseğe ve daha profesyonelce uçmaya çalışan bir martının ‘kişisel gelişimine’ tanık olduk. Hayalle gerçek karışır gibi oldu, sonra yine satırların aralarında denizin iyot kokusunu alıp rahatladık ve ‘kişisel geliştik.’
O incecik kitabı defalarca okuduk; biz okuduktan sonra da bir bankta yanyana oturup bu hikayeyi tek kitaptan birlikte okuyan arkadaşları gördük.
Martı, kişisel gelişim kitapları fırtınasının şafak çığlığı gibiydi.
Hipnozcu da, kişisel gelişim şafağının sökmesiyle birlikte kendi içimize yaptığımız yolculuklar esnasında yanımıza aldığımız önemli rehberlerden birinin suyunda ilerlemiş: Çekim yasası. Richard Bach ‘Çekim Yasası’nı yorumlarken bir pilotun karmaşık iç dünyasını kullanmış. İnsanın gelmiş geçmiş en yüksek tutkularından birini, uçma eylemini gerçekleştiren pilot Jamie Forbes’un, göklere hakimiyeti sırasında aynı anda kendi üst benliğine de hakim olma yolunda attığı adımları bir günce gibi aktarmış bizlere.
Sıradan bir sihirbazlık gösterisiyle başlayan kitap, hepimizin günlük hayatta kullandığı “etrafımızdaki görünmez duvarlar” klişesiyle şaşırtıyor önce. Sahnede önce seyrettiği, sonra da içine dahil olduğu bir hipnoz gösterisinin neresindedir kişisel gelişimi bu pilotun? Sonra yavaş yavaş anlıyoruz ki “hipnoz” bu yolculuğun adıymış, hatta özüymüş.
Hipnoz deyince aklımıza; yarı baygın halde yatarken gözlerinin beyazını gördüğümüz, on yedinci yüz yıldaki filanca savaşında hayatını kaybettiğini “hipnozun etkisi altında” anlatan insanlar geliyor. Yani en azından şimdiye kadar benim aklıma ne yazık ki böyle bir görüntü düşüyordu – medyanın etkisiyle. Fakat Richard Bach altını çizerek anlatmış durumu: Bu bir mucize değil, diyor, hipnoz. Ve devam ediyor; “Yunan gizemciliğindeki hipnoz bile değil, her gün yaşanan, “Bir çörek ister misin? Evet / hayır” türünden hipnoz; titra katrilyonlarca kez sorulsa bile yanıtı çok büyük oranda ‘evet’ olacağı sorularla gelen hipnoz. Bize gerçekleşeceği söylenen şeyleri görmemiz, aklın almayacağı türden bir şey olurdu.”
Richard Bach’ın anlattığı anlamda hipnozun alt metnini örneklerle daha da yaklaştırabiliriz kendimize : Tarafımıza yöneltilen herhangi bir önermenin; örneğin “Sert bir yatakta saatlerdir iki büklüm yatıyorsun ve bütün uzuvların uyuşup tutuldu” gibi sıradan bir önermenin, aslında bizim üst benliğimizle aramızda sağladığımız bir uzlaşma sonucunda, bir karşı-önerme ile bertaraf edilebileceği ve o rahatsız yataktan kalkıp düz koşu yapabileceğimiz gerçeği. Bu önermenin kim ya da ne tarafından bize yöneltildiği önemli değil. Ayaklarımızın uyuştuğunu kendimiz farketmiş ve yeni doğmuş ceylan gibi öylece kalakalmış olsak da, Rocky filminden çıkıp dilimize pelesenk olmuş o iki kelime aslında durumu özetliyor: “Acı yok!” Tıpkı çocukken arkadaşımızın vurduğu kolumuzu tutup, dudaklarımız titreye titreye “Acımadı ki! Acımadı ki!” deyişimiz gibi...
Kitapta, önermelerle zenginleşen bir anlatım biçimiyle örnekleniyor bize durum. Yani madem “Çörek ister misin?” sorusuna verilecek basit bir yanıt kadar olağan bir mevzu hipnoz, mucize sandığımız durum bunun neresinde diyoruz, değil mi? Richard Bach’ın buna verdiği cevap çok basit. “Dünyanın hayal ettiğin yer olabilmesi için gerekli olan önermeleri kabul etmek.”
Bu, aklın alamayacağı kadar basit bir durum. Bir liste yapar gibi, “Bundan sonra hayatım boyunca hiç sinemada tuvaletim gelmesin!” deyiveriyor pilotumuz, ve bingo!
Peki bu kadar basit miydi?
Çekim yasası gerçekten hayatımız üzerinde ilkokul seviyesindeki bir yap-boz kadar olağan bir etkiye sahipti de biz mi kullanamadık? Yoksa bu “önermeler yığını” bize hep çürük elmaları mı önerdi? “Yukardan bakıldığında hayatlarımız, önermeleri değerlendirmemizle ortaya çıkan ve etrafımızı sarmış olan görünümlerin gerçek mi, yoksa sahte mi olduğuna dayalı kabullenmelerimizden filizlenen çiçeklerin boy verdiği uçsuz bucaksız bir yan olaylar tarlasıdır.” diyor Richard Bach.
“Düşüncelerimizde tuttuğumuz her şey, deneyimlerimizde gerçeğe dönüşür.”
O bildiğimiz ‘Martı’nın, 300 beygirlik motoruyla üçlü pervanesi olan bir uçağa dönüştüğünü sezinliyoruz kitapta. Hikayeler birbirine o kadar paralel ki, Martı Jonathan Livingston’ın yaşadığı tüm iç hesaplaşmaları artık pilot Jamie Forbes’un kendisinden dinliyoruz; aradaki tek fark Jamie Forbes’un bir metrelik tüylü kanatlar yerine navigasyon cihazlarıyla donatılmış bir kumanda paneli var. Dolayısıyla yolculuk da daha uzun, daha meşakkatli ve daha felsefi. Martı Jonathan Livingston’ın olduğu gibi Jamie Forbes’un da öğrencileri var ve ikisinin de öğreti tekniği aynı: Zaten yapabilecek oldukları onlarca olağanüstü hareketi öğrencilerine ‘hatırlatmak.’
Bunun adı Doğurtma Yöntemi.
Eski Yunanca’da “ebelik” ya da “doğurtma sanatı” anlamına gelen maieutike tekhne’den türetilmiş bir terim. İlk çağ Yunan filozofu Sokrates’in karşısındaki kişiye art arda sorular sorma yoluyla “doğruyu buldurma” ya da “doğruyu düşündürme”; insan zihninde gizli olarak var olup da henüz su yüzüne çıkmamış olduğunu düşündüğü bilgileri onu “sorgulayarak” ortaya çıkarma yöntemine verdiği ad.
Sokrates’in öğretim anlayışı, öğretmenin öğrenciye yalnızca bilgi aktardığı her türden öğretim bilgisi yöntemine kuşkuyla yaklaşır. Sokrates’in “öğretim”den anladığı, öğrencide zaten var olan cevheri gün ışığına çıkarmaktan ibarettir. Öğretmene düşen görevse öğrenciye “felsefece düşünme” yollarını gösterip ona akıl yürütme ya da uslamlama yetisini aşılamaktır. Bu nedenle de öğretimde, bilgi aktarımına dayalı “didaktik” bir yönteme değil de söyleşiye ya da tartışmaya dayalı “diyalektik” bir yönteme başvurulmalıdır.
Jamie Forbes’un yalnız uçuşları sırasında üst benliğiyle yaptığı bu doğurtma söyleşileri, kitabın bel kemiğini oluşturuyor. Ayrıca bu söyleşiler esnasında, satır arasında göze çarpan bir nokta daha var; Jamie Forbes’un aile hayatı nasıldı? Jamie Forbes alanında uzman bir pilot ve uçuş eğitmeni – dolayısıyla en azından kazancının çok iyi olduğunu biliyoruz. Bunun yanında bakış açısına çok önem verdiği ve tüm “yolculukları” esnasında yaşadığı herşeyi hemen kendisine anlatıp fikrini almak istediği, çok sevdiği bir de eşi var. Yani bu kadar yüzeysel iki cümleyle bile aslında diyebiliriz ki Jamie Forbes’un “hayatına yeni bir yön ve hareket” vermeye ihtiyacı yok.
Fakat Jamie Forbes’un asıl ihtiyaç duyduğu şeyi yazar bize kitabın en başında veriyor: Tıpkı Martı Jonathan Livingston’ın yaptığı gibi, zihninde açılan her kapıyı, ister farkında olsun ister olmasın, karşısında ihtiyacı olduğunu ya da bu ileri algılama biçimine haiz olduğunu düşündüğü her bir kişiyle paylaşmak. O insanlarda da yeni kapıların açılmasına vesile olmak. Richard Bach’ın değindiği felsefi öğreti tekniklerini de göz önünde bulundurduğumuzda, aslında çağlardan beri hiç bir karşılığı ya da çıkarı olmaksızın tüm eğitmenlerin yapmaya çalıştıklarının da bu olduğunu görmüyor muyuz?
Öyle ya da böyle, Richard Bach Hipnozcu’da sanki Martı Jonathan Livingston’ın “yeni sürümünü” bize sunmuş gibi görünse de; etrafında gördüğü her bir objeyi ve önermeyi dogmatik bir biçimde kabul ettiğini ve bunun yanlış olduğunu düşünen herkesin okuması gereken bir öğreti. Richard Bach’ın, bizim dilimize uygun olmayan tuhaf sözcükleri arasında baygınlık geçirecek gibi olsanız da, bu ufak felsefi kapsül ile tanışmanızda fayda var.
Çogu kısı gormese de SAYGIDEGER Rıchard Bach ın en ıyılerı arasında Sonsuza uzanan kopru vardır.. Benım donum noktam dı ..
Yeni yorum gönder