Francisco Goya’nın 1797 tarihli gravürü “Aklın Uykusu Canavarlar Yaratır”, ışıklar söndürülüp karanlık basınca, çocuklar yataklarının altından çıkacak canavarlardan nasıl korkarsa, karanlığın ve bilinmeyenin içinden çıkabileceklere dair korkuyla karışık her türlü fantezi için ilham vericidir. Korkudan üreyen canavarlar ve yaratıklar insan zihninin ve bilinçaltının çeşitli yansımaları oldukları gibi değişen dünyanın ve bilimin, çeşitli gelecek tahayyüllerinin simgesi haline gelirler ve karşımıza cazibesine asla karşı koyamadığımız bilimkurgu ve fantastik türü çıkarırlar. Bu tür, Goya’nın gravüründeki kanatlı yaratıklardan bilimkurgu ve fantastik edebiyatta arzı endam eden her türlü mahlukata, hayalgücünün sınırları alabildiğince genişlerken insanın bireysel ve toplumsal varoluşuna, dünyanın mevcut durumuna ve gelecekteki ihtimallere dair bazen gerçekçi edebiyat ürünlerinden çok daha derinlikli önermeler sunar. Gerçekçi edebiyat eserleri sıklıkla "yüksek edebiyat"; bilimkurgu, fantastik, korku, polisiye gibi türler ise "ucuz tür" olarak sayıladursun, şükür ki Margaret Atwood gibi yazarlar var.
Kolektif Kitap bizi heyecanlandıran yayınlarından birisiyle daha karşımızda: Selin Siral’ın lezzetli çevirisiyle Başka Dünyalar-Bilimkurgu ve Hayal Gücü, Margaret Atwood’un mevzubahis edebi türlerle okuma ve yazı hayatı boyunca kurduğu ilişkiyi "keşfe çıktığı bir yolculuk." Yazar çocukluğundan başlayarak okuduğu çizgi romanlar, bilimkurgu ve fantastik eserler üzerinden hem bu türlere ait terimleri; canavarlar, ütopyalar, distopyalar, uçmak, kılık değiştirmek, antropoloji ve mitler, kadın karakterler gibi önemli noktaları tartışıyor hem de kendi yapıtlarının oluşumuna ve algılanma biçimlerine dair yepyeni fikirler sunuyor. Mars Günlükleri’ne mi Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’e mi bilimkurgu denileceğini sorarak bilimkurguyu bir terim olarak tartışıyor; içinde ejderhalar olan bir yapıtın ille de fantastik mi sayılacağı sorusuna etaflıca yanıt bulmaya çalışıyor. H.G. Wells’in Dünyalar Savaşı'nı ve Jules Verne yapıtlarını karşılaştırarak “gerçekten olabilecek ama yazar kitabı kaleme aldığında henüz tam anlamıyla gerçekleşmemiş olaylara” dair kurguları olan "varsayımsal kurgu"nun derinliklerine iniyor.
Yazarların çocukken yarattıkları sadece kendilerine ait "olmayan ülkeler" ve o ülkeler üzerinden çıkan bir edebiyat vardır. Tıpkı Emily ve Anne Brontë kardeşlerin hayali dünyası Gondal ve Gondal şiirleri gibi Atwood da ağabeyiyle beraber küçükken yarattıkları Uçan Tavşanlar Diyarı’nın kapılarını aralıyor. 1940’lara denk gelen çocukluğunda okuduğu çizgi romanlardan el alan Atwood bu hayali dünyanın kapılarını bizler için aralarken, bu mekan yaratmaya dayalı hayalgücü faaliyetinin bilimkurgu ve fantastik edebiyat için hayli önemli olan ütopya ve distopyalara dönüşme potansiyelini düşünmemek elde değil. Çocukluğun "olmayan ülkeleri" Krypton Gezegeni’nin nasıl bir yer olduğunu, E.T.’nin nereye gittiğini, Doktor Moreau’nun adalarını merak etmekten; Platon’un Devlet’i ve Sir Thomas More’un adası Ütopya’yla dallanıp budaklanan konu, en nihayetinde distopya tahayyüllerine giden bir yolun başlangıcı olarak görülebilir pekala.
Ütopya veya distopya değil; üstopya
Atwood’un ütopya ve distopya kavramlarından kelime oyunu yaparak ürettiği “üstopya” kavramı, bugüne kadar bu alanda yazılmış edebi metinleri tartıştıktan sonra daha çok anlam kazanıyor çünkü yazar ideal görünen ütopyalardaki sorunlu alanları bulup çıkarıyor, kıyamet senaryolarına tekabül eden distopyalarda geleceğe dair umut ışıkları yakalıyor. Kendi tabiriyle ütopya ve distopyaların “yin yang” bir doğası bulunduğuna ilişkin son derece özgün bir saptamada bulunuyor. “Genetik mühendislik vasıtasıyla kalıtımsal hastalıklardan, çirkinlikten, akıl hastalıklarından, yaşlanmaktan ve kim bilir daha nelerden kurtulacağız. (...) Mükemmel insan bedeni ve aklına ilişkin ütopik tasavvurun barındırdığı distopya ne acaba?” diye sorduktan sonra elimizdekileri değiştirmenin ve onarmanın imkanına ve önemine dikkat çekiyor. Bunu yaparken mükemmellik takıntısını bir kenara bırakmak gerektiğini, zira şimdiye kadar mükemmellik takıntısının Frankenstein’ın canavarına, Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği’nin çıldırmış ve tiranlanmış Kurtz’una tekabül eden, dünya tarihine yansımış haliyle toplu mezarlar gibi örnekler çıkarmaktan başka bir işe yaramadığı düşüncesini ortaya koyuyor.
Öte yandan Atwood’un fantastik ve bilimkurgu türünün gerçeklik açısından alımlanmasına dair getirdiği bakış açılarının da altını çizmek gerekiyor. Tolkien’in Orta Dünya’sının toplumsal sınıflara ve siyasete dair ciddi alt metinler barındırdığı düşünülecek olursa, zıttı bir şekilde tamamen gerçek bir dünyada kurgulanan Kafka’nın Dönüşüm’ü ve Gogol’un Palto’su gibi metinlerin, bir sabah kendini böceğe dönüşmüş olarak bulmak ya da memurun suratından ayrılıp bir bürokrat olarak tek başına yaşamaya devam eden burun gibi örnekler bakımından nasıl "fantastik" oldukları Atwood tarafından irdeleniyor.
1950’lerde Toronto Üniversitesi’nde Northrop Frye’ın öğrencisi olan Atwood, mitlerin yapısı ve kuramı hakkında ondan öğrendiklerini, buradan yola çıkarak kendi geliştirdiği düşünceleriyle birlikte bizlere sunuyor ve mitlerin hikayeye dayalı doğasının bilimkurgu ve fantastik edebiyat için nasıl bir yapıtaşı olduğunu ortaya koyuyor. Leonard Cohen’in şarkıcı olmadan önce bir şair olduğunu ve ilk şiir kitabının adının Let Us Compare Mythologies/ Hadi Mitolojilerimizi Karşılaştıralım olduğunu biliyor muydunuz? Mitoloji kadar antropoloji biliminin gelişiminin bilimkurgu ve fantastik yazınına kayıp uygarlıklardan hazinelere, farklı folklorlerden kültürlere nasıl eşsiz zenginlikler sunduğunun altını çiziyor.
Feminist edebiyat eleştirisi söz konusu olduğunda yapıtları bu türden okumalara sıklıkla maruz bırakılan Atwood, DC Comics'in süper kahramanı Wonder Woman ve H. Rider Haggard’ın Ayişe’sini kadın karakterler açısından tartıştığı ve bilimkurgu-fantastik edebiyatın ecesi olarak sunduğu Ursula K. Le Guin’in eserlerini incelediği bölümlerle bir kez daha feminist okumalar yapmak isteyenlere elverişli malzemeler sunuyor. Son olarak Atwood okuyucuya kültleşmiş romanı Kör Suikastçı’nın içinde yer alan Aa’A Gezegeni’nin Şeftali Kadınları dahil olmak üzere kendi bilimkurgu-fantastik yapıtlarından küçük hediyeler veriyor. Kitabın sonunda parmağımıza çalınan bu bal da eklenince bilimkurgu ve fantastik edebiyat sevgimiz daha da depreşiyor; edebiyatın, insanlığın ve dünyanın hatrına ‘yüksek edebiyat’tan beklediğimiz umutlar bir kez daha bu türe yöneliyor.
Yeni yorum gönder