Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Eleştiri içinde roman



Toplam oy: 1161
Joey Goebel
İthaki Yayınları

21.yüzyılın başında yıldızı parlamış olan 1980 doğumlu Joey Goebel, romanlarında yoğun olarak Anglo-Amerikan dünyasında Trangressive Fiction olarak isimlendirilen kurgu türünün çizgileri üzerinde seyreder.

 

 

 

 

Goebel, anlatılarında ana akım Amerikan kültürü ve toplumunun normları ile beklentilerinin arasına sıkışmış karakterlerin mücadelelerine merkezlenerek, söz konusu kültürün ve toplumun eleştirisine odaklanan post-modern akımın genç kuşak Amerikan yazarlarından biri.

 

 

 

 

Genç yazar 2004 yılında basılan ilk kitabı Anormaller’i müteakiben yazdığı Vincent Spinetti’nin Tuhaf Kariyeri (Torture of The Artist – 2004) ve henüz dilimize kazandırılmamış olan Commonwealth (2008) ile başta Almanca konuşulan ülkelerde olmak üzere giderek artan bir tanınırlığa sahip.

 

 

 

 

İthaki Yayınları’nın geçtiğimiz günlerde dilimize kazandırdığı Anormaller’in dramatis personae’si kitabın adına yaraşır sıradışı ve renkli bir ekipten meydana geliyor. Karşımızda Kentucky’deki sıradan bir Ortabatı kasabasında geleneksel normların bir hayli dışarısında yaşayan ve bir rock’n roll grubu kurup dünyaya meydan okuyarak sıradanlığın zincirlerini kırma hayalinde olan beş bireyin pek benzeri görülmemiş arkadaşlığı mevcut: Hikâyenin ana karakteri olarak öne çıkan, uyuşturucu satıcılığı ve gangsterlik yaparak yaşamlarını sürdüren 16 kardeşli siyahi bir aileden gelen yarı zamanlı(!) edebiyatsever ve felsefeci Luster, alt bilincinin benliğinin tek hakimi olduğu dokuz yaşındaki öfkeli basçı Ember, Ember’in 80 yaşındaki şehvetli bakıcısı gitarist Opal, Körfez Savaşı’nda yer almış Iraklı bir asker olan klavyeci Ray ve erkeklerin ilgisinden bunalmış genç ve güzel davulcu Aurora.

 

 

 

Luster mizacı, felsefesi ve söz konusu mizaç ile felsefenin enerjik ifadesindeki derinlikle öteki karakterlerin arasından sıyrılıyor. Bu noktada Goebel’in bir edebiyat mezunu olarak bilgi birikimi, felsefi anlayışı ve estetik algısını John Milton’dan, Vladimir Nabokov’a kadar uzanan bir yelpaze içerisinde Luster’in aracılığıyla dile getirdiğine tanık oluyoruz.

 

 

 

(Vladimir Nabokov)

 

 

 

18.yüzyıl sonu ve 19.yüzyıl başında yaşamış olan ünlü İngiliz romantik şair William Blake’in Masumiyet ve Deneyim Şarkılarında (Songs of Innocence and Experience - 1789) yer alan “Zıtlıklar olmadan ilerleme olmaz” (s.34) gibi kaosun yaratıcılığına dair estetik romantizm tasvirleri, romanın merkezine insan istencini alarak Nietzschevari güneş alegorileriyle, özellikle Batı literatürüne aşina olan okuyucuyu hoşnut bırakacak bir biçimde motifleniyor:

 

“Güneşi özlemiyorum. Güneş sadece sıradan bir yıldız, onu özel yapan bizleriz. Güneşe acıyorum.” – Anormaller, s.188 / “Sen , ey büyük yıldız! Neye yarardı mutluluğun, aydınlattıkların olmasaydı eğer!”  Böyle Diyordu Zerdüşt, s1, vb.

 

Hikâyenin ilerleyişini beş karakterin gözünden görmemizin yanı sıra, Goebel, görüş açısını bu tarz hikâyelerde ancak dekor görevi gören ikincil karakterlere de çeviriyor. Böylece kimi zaman Opal’in terapisti, Ember’in öğretmeni, Ray’in eşi ve Aurora’nın babasının gözünden diyaloglara dahil oluyor; birçok farklı düşünce ve hissiyatın sentezi aracılığıyla söz konusu sahnelerde resmin tamamının görebilmemiz adına kendimizi daha kapsayıcı bir çerçevede buluyoruz.

 

 

Lâkin eser hızlı ve eğlenceli olarak nitelendirilebilecek olmasına rağmen, karakterler -Luster dışında- gerçek bir derinlikten, kurgusu da gerçek bir devinimden yoksun. Luster ilk 43 sayfa boyunca parlak bir derinlik vaat etmesine rağmen, müteakip gelişimi beklentileri karşılamaktan uzak. Bunun sebebi olarak, çok karakterin az sayfaya sıkışmasından mütevellit bir orantısızlık öne sürülebilir. Bu noktada Goebel’in kendisinin de bir röportajında Anormaller’in ekranlar için yazıldığını, fakat yayıncı bulunamayınca bir romana dönüştürüldüğünü ifade ettiğini hatırlamakta yarar var.

 

 

 

Böylece romanda yeterince vurgulu ve gerçekçi gelmeyen bir takım karakter ve sahnelerin zihinde görselleştirildiğinde neden bu olumsuzlukları teveffuk edecek  kadar eğlenceli bir biçim aldığı daha manidar oluyor.

 

 

 

Anlatının figürleri bu haliyle, Nick Hornby’nin çok benzer bir kurguyla  işlediği Düşenler gibi eserlere kıyasla daha yüzeysel kalıyor.

 

 

 

 

 

 

 

Fazla Anglo-Amerikan...

 

 

 

 


Eserin muhalifliğine göz atacak olursak... Post-postmodernist yazının ifade ettiği üzere, ana akım karşı kültür ve post-modernizm 90’lardan beri giderek metalaştırılarak manasını kaybediyor. Haliyle Amerikan kültürünün edebi bağlamda güncel toplumsal eleştirisinin Chuck Palahniuk gibi yazarlar tarafından güçlü ve kapsamlı biçimde kaleme alınmış olduğu bir dönemde,  Anormaller’in “donut dükkanındaki polis” gibi benzetilerle, kapitalizm ve tüketim kültürü ile ilgili bize bilmediğimiz bir şeyi estetik olarak ince bir tarzda ifade ettiğini söylemek zor.

 

 

 

 

Toplum ve tüketim kültürü eleştirisinin fazla “Amerikan” kalarak kendini sınırlamış olmasının yanı sıra, eserin edebi yanının da fazla “Anglo-Amerikan” göndermelere sahip olması malesef bu çemberin dışında kalan ülke ve dillerin okuyucusu için eserin edebi kuvvetini karartabiliyor (bu bağlamda Goebel’in neden özellikle soğuk savaşta müttefiklerin sınır karakolu olma talihsizliğini yaşamış olan Almanya’da talep gördüğünü daha iyi değerlendirebilir).

 

 

Örneğin Luster eserin 76. sayfasında şöyle diyor: “Hiç kimse bir ada değildir derler, oysa ki ben bir yarımadayım.” Bir avuç İngiliz edebiyatı mezunu ve meraklısını hariç tutacak olursak, Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor’unda da alıntılanmış olan bu dizelerin, İngiliz şair John Donne’un 1624 tarihli Devotions Upon Emergent Occasions eserindeki felsefi algılara gönderme yaptığı, ve Luster’in “yarımada”sının Donne’ın adasıyla karşılıklı olarak düşünülünce maksadına kavuştuğu gibi detaylar muhtemelen gözden kaçacaktır.

 

 

Goebel’in ismen referans vermediği bu tip göndermelere herhangi bir dipnot eklenmemiş olduğunu da varsayarsak, eserin Atlantik'i aşarak ülkemize gelirken maruz kaldığı kültürel lodos dalgaları kimi zaman darbeleriyle geminin dış cephesindeki gravürleri silikleştiriyor.

 

 

Nihayetinde söz konusu romanın post-modern edebiyat, toplumsal eleştiri ve Trangressive Fiction bağlamında okumuş olduğunuz ya da okuyacağınız en orijinal anlatı olmayacaktır. Eser hususundaysa; romanda toplumsal eleştiriye yer verilmesinden ziyade, toplumsal eleştiride romana yer verildiğini söyleyebiliriz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Fakat öte yandan, Anormaller kendine has karakterleri, sürprizleri ile kurgusu olan, “eğlenceli” ve hızlı bir metin. Özellikle Anglo-Amerikan dünyasına ilgi duyan, pop kültürü, post-modernizm ve Batı literatürüne aşina okuyucunun keyifle okuyabileceği, 200 sayfa boyunca günlük monotonluğun etrafınıza sardığı ağlardan sizi azat edebilecek bir eser. Genç bir yazar olan Goebel’in kaleminin, meta eleştirisinin metalaşması karşısında nasıl bir sınav vereceğini ise zaman gösterecek..

 

 

 

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.