Biz küçükken büyüklerimiz (babaanne, dede, büyük teyzeler kuşağı) pek öyle siyaseten doğru olma kaygısı gütmezdi. Dan dan konuşurlardı. Şimdi çocuk yetiştirme konusunda herkesin uyardığı mevzulara bodoslama dalarlardı. En sık sordukları soru nedense, “En çok kimi seviyorsun, anneni mi babanı mı,” olurdu. Yaşıtlarım için bu nasıl bir soruydu bilemiyorum ama bana çok saçma gelirdi. “İkisini de seviyoruz işte ya ne var!” Yine de uzatırlardı; ama birini daha çok seviyorsundur... İşte o zaman son noktayı koyardım, ben en çok Sibel'i seviyorum! Şimdi sağda solda "en sevdiğim tek kardeşim" yazınca insanlar şaşırıyor, nasıl hem tek hem en olabilir ki? Evet, öyle. Ben kardeşler arasında birinci demiyorum ki, en sevdiğim diyorum. Açık...
Çoğu zaman anne babamızın kuşağıyla aramızda uçurumlar oluyor. Birbirimizi çok sevsek de yaşam pratiklerimiz, romantik ilişkilenme biçimlerimizden mutfak kültürüne, okuduğumuz gazeteden tatil anlayışımıza farklılaşıyor. Anne baba olduğumuzda başka çeşit büyük bir sevgi giriyor hayatımıza. Ama bu sefer de oldukça eşitsiz bir ilişkinin taraflarıyız. Kendimizi çocuğumuzun (bu çok genç bireyin) hayatıyla ilgili her konuda karar mercii konumunda buluyoruz ve kimi zaman alışık olmadığımız bu güç karşısında afallıyoruz. Öte yandan da uzun bir müddet bizim seçimlerimiz doğrultusunda yaşayan bu küçük insanla çok iyi anlaşıyoruz ve hatta bazen en iyi dostumuz oymuş gibi hissediyoruz. Her güzel arkadaşlık gibi sonsuza dek sürsün isterken bir gün geliyor yollarımız ayrılıyor. Büyük bir yarılma ya da şiddetli kuşak çatışması olması şart değil. Ama neticede aldığımız hediyeleri beğenmeyen, deli saçması müzikler dinleyen, üstüne üstlük her dediğimize/yaptığımıza burun kıvıran veletlerle yaşar buluyoruz kendimizi. Bu mu yani bunca yılın, çilenin semeresi?
Lahiri'nin Kalküta - Providence (RI) eksenli, bir solukta okunsa da aslında dingin romanı, aile denen büyük ve çetrefilli dünyadaki farklı ilişkiler ve ilişkilenme biçimleri üzerine düşündürmek konusunda sonsuz başarılı. İlk bakışta, ebeveyn olmak, çocuk olmak, kardeşlik, abilik çok bilindik, dolayısıyla tahmin edilebilir kimliklermiş gibi görünüyor. Anne denince gözümüzün önünde belli bir beden ve bir kişilik beliriyor. Bu kadını tanıyoruz sanki. Ama o kadar yanılıyoruz ki! Gün geliyor anneler bebek oluyor, evlatlar baba, küçük kardeşler abi abla... Çocukluğu boyunca babasına tapan bir kız, ergenliğinde birden kendini tamamen kapatıp düşman gibi davranabiliyor. Evlatlarından saygı ve itaat bekleyen anne babalar, aslında yaramaz olanı daha fazla kayırdıklarını fark edebiliyor. Ömrü boyunca annesinden nefret eden bir kadın, çocuk sahibi olduğunda sadece çocuğuna değil, annesine de daha fazla merhamet göstermeye başlıyor.
Kardeşlik başka ama
Kitabı ben en çok "kardeşlik başka ama" duygusuyla, gerçek anlamda duygulanarak okudum. Kardeş bambaşka. Bir kere kuşak farkı denen şeyi, kimi ailelerin üçüncüye sakladıkları kazandibiler hariç, kardeşler yaşamıyor. İlk oyunlarımızı oynadığımız can arkadaşımız, gece aynı saatte yatağa yollanıp anne babalardan ve komşu teyzeler-amcalardan bıdır bıdır dert yandığımız has sırdaşımız, pazar sabahları parmak ucumuzda buz kesmiş salona uzayıp battaniye altında Voltran seyrettiğimiz suç ortağımız, hep kardeş işte! Herkes gelir geçer, bazen gönüllü bazen gönülsüz, kardeş kalır.
Subhash ve Udayan'ın kardeşliği de böyle. En iyi iki dost, ayrılmaz ortak, sadık takım arkadaşı, "bezelye ve havuç" gibiler. Birbirlerine pek de benzemiyorlar aslında. Abi Subhash alabildiğine sakin, ailesinin ya da toplumun koyduğu kurallara karşı çıkmayı aklına bile getirmeyen, bildiğin uslu çocuk; Udayan tam tersine maceracı, meraklı, yenilik peşinde, dolayısıyla ziyadesiyle cesur bir kerata. Mizaçları arasındaki farklılıklar birbirlerini çok sevmelerine ve çok da iyi anlamalarına engel değil ama. Belki de tam tersine tahin pekmez gibi yan yanayken birbirlerini pek güzel dengelerken tek başlarına aşırıya kaçabiliyorlar. Esas çelişki de yolları ayrılınca ortaya çıkıyor. Neticede ailesinin, ülkesinin geleneklerine savaşmaksızın, sadece yaşamıyla, yaptığıyla karşı çıkan ve kendisine bambaşka bir hayat kuran, aklı sivriliğe ermeyen Subhash oluyor. Udayan ise gençlik yıllarını ve sonunda ömrünü tüketecek silahlı devrimciliğine rağmen, baba evinden uzaklaşamıyor, evlendiği kadının kendisine ve ailesine hizmet etmesini talep ediyor, dünyayı değiştirmek hayali evinin dört duvarının içine sinemiyor. İdealindeki toplum hayalinin yanından bile geçmeyen geleneklere razı olmak zorunda kalıyor.
Değişimin yükünü mesafe taşır
Kaderlerini bu kadar farklılaştıran elbette birinin makul ötekinin uçarı olması değil. Lahiri değişime dair iki temel şey söylüyor. Bir, değişim önce şahsınızda başlamak zorunda, ilkin ancak kendinizi değiştirebilirsiniz. İki, değişimin hatırı sayılır yükünü mesafe taşır, kendinizden uzaklaşın.
Romandaki büyük siyasi değişimler (sömürgeciliğin sonu, bağımsızlık, Pakistan'ın bağımsızlığı) ya da devrimci mücadeleler (komünist partiler, Naksalit hareketi) büyük ölçüde arka planda, neredeyse etkisiz kalıyor. Bireylerin hayatlarını gerçekten değiştiren üst düzey siyaset değil kişisel meseleler, başarılar, kayıplar oluyor. Özellikle de Subhash, Gauri ve Bela'nın hayatlarındaki altüst olmalar (bir anlamda devrimler) hem en çok kendilerini hedef alıyor hem de aştıkları mesafeyle şekilleniyor.
Değişim ve zaman çok kolayca yan yana koyduğumuz kavramlar. Ancak Saçında Gün Işığı geçmişin yükü çok ağır olduğunda, bugünün yaşanamamasına, kocaman bir dün duygusunun hayata sinmesine dair. O yüzden Lahiri'nin büyük incelik ve ustalıkla kurguladığı karakterleri zamanda uzaklaşamadıkları geçmişten, uzayda uzaklaşmaya çalışıyor.
Bu arada; kitap kapağının sırtında yazarın adı “Jhumpa Lampri” şeklinde hatalı basılmış, yeni baskıda düzeltilir umarım (son bir tashih okumasını da ayrıca öneririm).
* Görsel: Furkan Nuka Birgün
Kitabı okumadan çeviri hatası "bulan" okur, bize has bir tür herhalde! çeviri gayet başarılı, editörlük özenli... yabancı dilde yayınlanan bir kitabı orijinal adıyla yayınlama zorunluluğu da yok ayrıca. Sonuçta, iyi bir edebiyat yapıtı, iyi bir yazarla karşı karşıyayız. Her şeye kulp bulma ergenliğinden de kurtulduk mu, okur-kitap ilişkisinde bir yere varmış olacağız.
Çeviri hatası da var gibi gözüküyor, ayrıca kitabın ismi de yanlış olmuş orijinal isim ''Ova'' daha doğru olurmuş.. yayınevi romantik olsun, dikkat çeksin diye bu ismi seçmiş ama konuyla uzaktan yakından ilgisi yoktu... ama tüm bunlar güzel bir roman olduğu gerçeğini değiştirmiyor tabii ki...
Yeni yorum gönder