Yıllar önce bir yazımda "Şairin dükkânı yirmi dört saat açıktır" demiştim. "Gördüğü, baktığı, anlattığı, ağırladığı ne olursa olsun, şair gece ve gündüz çalışandır, öyle ki şairin dükkânı yirmi dört saat açıktır" (Yasakmeyve Eylül-Ekim 2005). Böyle bir dükkânı yürütmek ilk işidir şairin, hatta tek işi. Dünyayı, evreni görmek için boynunu üç yüz altmış derece döndürebilmek; üç yüz altmış derece açılabilen kollarla yaşama, sorumluluğa ve acıya kucak açmak zorundadır. Yanan bir dünyada yok saymayı değil, yanmayı seçmek.
Federico Garcia Lorca'nın şiirinden ve yaşam öyküsünden zaten anlaşılıyor ama, 1922 ile 1935 arasında İspanya ve Amerika'nın çeşitli yerlerinde yapmış olduğu "Konuşmalar'a bakılırsa dükkânını yirmi dört saat açık tuttuğu ve üç yüz altmış derece açılabilen kollarının olduğu görülmektedir. Yurt sevgisi ve doğup büyüdüğü kente duyduğu hayranlıkla beslenen bağlılıkla üstlendiği sorumluluklarda ne kadar çalışkan, gayretkeş. Sanat ve kültür adına dertler edinirken ne kadar sahici ve acısında nasıl da samimi. Tüm konuşmalarında, konuları alçakgönüllü bir tavırla ama bilimsel temelden ve estetikten taviz vermeyen bir yaklaşımla sunuyor.
Şiir, tiyatro, resim, müzik, dans, halk şarkıları, ninniler… En çok da yurdu İspanya ve kenti Granada. Lorca’nın kendinden sonra gelen tüm kuşaklarca okunan şiirleri, sürekli oynanan tiyatro eserleri, resim çalışmalarının yanında piyanosuyla eşlik ettiği müzisyenlerle birlikte doldurduğu plakları da var. Şair kısacık ömründe hem nitelik hem de nicelik açısından ancak bir büyük sanatçının yaratabileceği eserler sunmuştur insanlığa.
Ki bu büyük sanatçı "Hakikatin, ekmeğini ocağın başında "bugün, bugün, bugün" diyenin değil, kırlarda günün ilk ışıklarında sakin sakin uzaklara bakabilenin yanında olduğunu biliyorum" diyerek kuruyor gerçekle sanatçının ilişkisini.
Şölenlerin, sanatçının aynı meslekten kişiler ve/veya onu hayatta en az seven insanlarla yemek yenilen toplantılar olduğunu söyleyen Federico Garcia Lorca, insanların sanatçıyı övüp kutlamak yerine, sert sorularını yüzüne sorması gerektiğini belirtiyor. Ona göre sanatçının kolay iltifatla yumuşamış ve bozulmuş ruhunu zorlama ve mücadele olgunlaştırır, sert bir sevgi temelinde. İnsan Lorca'nın bu ifadesine gülümseyerek iç geçiriyor: Hiçbir şey değişmemiş. Zaman ve coğrafya ayrılığı şairlikle, sanatçılıkla, aslında insanla ilgili sorunların aynılığını değiştirmiyor... Soruların ve yanıtların da. Örneğin, Şair şiirden ne zaman nefret eder? Lorca'ya göre, yeni bir güzelliğe ihtiyaç duyduğunda ve çağının şiirsel üretiminden duyduğu sıkıntı içini kapladığında.
Tiyatronun seyircinin fikrini kabul etmek yerine, seyirciye kendi fikrini kabul ettirmesi gerektiğini, bunun için de yazar ve aktörlerin ne pahasına olursa olsun, adalet talep eden ve adil olan, ciddi ve sert öğretmenler gibi davranmalarının şart olduğunu savunan Lorca, bugün yaşasaydı reyting canavarı karşısında bir matador gibi dikilirdi mutlaka. Ölümün ülkesi dediği ve her fırsatta gurur duyduğu İspanya'da, bir delikanlı nasıl boğayla dans ederek ölümle hoşbeş ediyorsa, öyle meydan okurdu bugünkü medyaya. Şüphesiz. Anlaşılan o ki tiyatro her dönemde hep can çekişmiş. İnsan yine gülümsemeden edemiyor Lorca’nın da tiyatronun bir kriz içinde olduğunu söylemesine, ta 1935’te. Ah, tiyatro... hem fiziksel, hem de düşünsel yönden büyük özveriler gerektiren, sadece şimdiye ve havaya kayıt edilebilen, sancılı bir sanat olduğun yetmezmiş gibi, kaderin de ne acılı.
"Ninni bebeğim ninni,
uyusun da bebeğim kırlara gidelim
bir kulübecik yapıp
içine girelim"
Lorca "Ninniler" konuşmasında, yeni doğmuş bebeğe hemen hemen hiç ninni söylenmemesine dikkat çekiyor: Çünkü ninni, ton değişimlerini bilinçle izleyen ve şarkının görüntüyle, öyküyle ya da sembolle dikkati dağılan bir seyirci gerektirir. Ninni söylenen çocuk konuşup hareket etmeye başlamış olur. Ninniler yurdun her bir yanında yoksul kadınların daha çok gerçek hayattan söz ederek ürettikleri, günlük yaşamdan ve özel hayattan da kesitler sunan birer iç döküştür de ayrıca.
Resim hakkındaki konuşmasında belirttiği ressamlara ve eserlerine başka bir gözle bir kez daha bakmakta fayda var: "Günümüz resminin üç büyük devrimcisini üretmiş olma şerefi biz İspanyollara düşüyor. Var olan bütün ressamların babası, Endülüslü Pablo Picasso; kübizmin teolojisini ve akademisini yaratan adam, Madridli Juan Gris; ve olağan üstü şair ve ressam, Katalanya'nın oğlu Joan Miro. Üçünün de hangi ırktan geldiği belli oluyor. Picasso, dâhi Endülüslü, mucizevi buluşların, en şaşırtıcı sezgilerin adamı."
Endülüs şarkısı cante jondoyu (derin şarkı anlamında) ticari tahribat ve imhadan korumak için 1922'de Lorca ve ünlü besteci Manuel de Falla'nın öncülüğünde düzenlenen bir yarışmada ilk kez sunduğu bir konuşmasında ise şaire göre, aşağıdaki şu üç dizeden daha derinden şiirsel olan başka bir şey yok. Hüzünlü ve soylu bir aşk duygusunu ortaya sermek için...
"Ölürsem şayet, bak ne isterim senden
örgüleriyle kara saçlarının
bağlarsın ellerimi."
Aynı konuşmasında Endülüs yöresel liriğine örnek verdiği şu dizeler, paylaşılmadan geçmeye izin vermiyor:
Elbet kapımı çalacaksın
açmayacağım göreceksin
ama ağladığımı duyacaksın
Lorca'nın konuşmalarını okumayan onun Endülüs'e, farklı olana ne denli saygı duyduğunu ve saygı istediğini bilemeyebilir. Birkaç yerde "Biz Endülüslüler" diyen Lorca, İspanya'nın tüm kültür mirasını sahipleniyor. Sadece Endülüslüler’i değil, çingeneleri, yahudileri, herkesi kucaklıyor bilgili ve bilge, cesur Lorca. Bir faşist kurşununa hedef olmasına şaşmamalı... Başka bir kurşun ona değmez, yön değiştirirdi zaten...
Son olarak bir bilmece:
Zaman'dan özgürleşmiş Aşk'ın canlı etteki, canlı buluttaki, canlı denizdeki merkeziyle beş duyuyu birleştiren incecik köprü?
Bu köprü üstünde düşünmeli.
Yeni yorum gönder