Aynı anda hem bir tek ağaç, hem de ormanın kendisi olunabilir mi, bu nasıl yapılabilir, yüreğinde, hatta tüm hücrelerinde o ateşi duymazsan? Ateş, bu kavrama giderek yaklaşarak okudum Rafael Chirbes'in "Eski Dostlar"ını. Ateş, evet, ateş, bazen ılık ılık yayılıp genişleyen, giderek her yerde aynı ısıyı bulan, ortam haline gelen, solunan hava gibi, ortaklaşa kabul edilen; bazen de alevlenen, yalımları yerin yedi kat dibine, gökyüzüne, evrenin sonsuzluğuna uzanan yakıcı, yok edici, yokluğun kendisine dönüşen, yokluğuyla var olan.
Bir kişi, nasıl aynı anda birçok kişi olabilir: Sevgiyle. Kişiliklerin varlığını, onları insan olarak görmeye başladığında, tanımaya yöneldiğinde ve bu yolda büyük, çok büyük emek harcadığında o kişilersin aynı zamanda. Rafael Chirbes, bunu yapabilenlerden.
Okunması kolay değil, kabul etmek gerekir. Chirbes'in bu kitabını okumak için Chirbes'i ve anlattığı insanları sevmek gerekir, dünyaya bir anlamda onlar gibi yaklaşmış olmak, yaklaşmaya çalışmak gerekir, bir sözcüğü bile kaçırmanın tüm metni bozacağını bilmek gerekir, edebiyatı sevmek gerekir, insanları, kendini sevmek gerekir. Nasıl seveceksin kendini, hatalarınla tabii, sıradan bir biyografik çalışmadan söz etmiyoruz, kendini bileceksin ki başkalarını anlayabilesin, kendini kıyasıya eleştirebileceksin ki çevrendekilere anlayışla yaklaşabilesin.
Eski Dostlar, devrim yapmaya koyulmuş bir çevreyi betimliyor. Bu, Rafael Chirbes'in işini kolaylaştırmıyor, tersine zorlaştırıyor. Dürüst olalım: Kaç devrimci dalga yaşandı ülkemizde de, henüz büyük bir cesaretle, kucaklayıcı bir yürekle, çoğullaşmış bir akıl ve duygusallıkla anlatabildik olanları? Yanıtı herkes kendi kendine, sessizce versin. Rafael Chirbes bu işe girişmiş ve de büyük ölçüde başarmış. Büyük ölçüde diyoruz, çünkü başka bir ölçü olamaz. Chirbes de biliyor mutlak iyinin, mutlak güzelin, mutlak doğrunun olmadığını. Saydığımız erdemler mutlak olarak bulunmasa bile, bizi onlardan uzaklaşmaya yöneltenlerin arzusuna boyun mu eğeceğiz? Chirbes'in yanıtı hayır. Durduğun bir yer varsa bu gezegende, nerede durduğunu biliyorsan, oradan bakacaksın, başka türlüsünü yapamazsın, yapmaya çalışırsan komik, trajik, traji-komik olursun.
Eski Dostlar, farklı karakterlerin ağzından, düşüncelerinden, duygularından ilerliyor. Okurken bir bakıyorsunuz, önceki bölümdekinden bir başka kahramanı izliyorsunuz, bunu düşünce ve duygu farklılıklarından dolayı anladığınızı fark edip, bir dikilip şöyle, devam ediyorsunuz. Karakterlere böylesi bir nüfuz, olağanüstü bir sevgiyle gerçekleşebilir. Hatalarını gösteriyorsunuz, ama seviyorsunuz. Kendinizi haklı çıkarmak gibi bir kaygınız yok, bu doğru da değil, derinliğinizi arkadaşlarınızınkiyle birleştirip yoğunlaştırıyorsunuz.
Protagonisti yok Chirbes'in Eski Dostlar'ının, kahramanlarının yolculukları var. Teknik olarak yadırgatıcı belki, ama belirttiğimiz atmosfere yabancı olmayanların zorluklarını daha kolay aşabileceği bir yapısı var 'dost' Rafael'in romanının.
Yüzeyselliğin zararlarını biliyorsak eğer yaşadıklarımızdan sonra, derinlere nüfuz edebilmenin, insanları neredeyse tüm hücrelerine dek anlayabilmenin gerekliliğine inanıyorsak, Rafael Chirbes'i de seveceğiz, kahramanlarını da, Eski Dostlar'ı da.
Tekil'in güzelliği, çoğul'un görkemine böyle varılabilir, Chirbes'in yaptığı gibi.
Eleştiri
Eleştiri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Eleştiri Yazıları
Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.
Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.
Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.
Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.
Yeni yorum gönder