Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

"Eskiden terzi"ler*



Toplam oy: 969
Hüsnü Arkan
Kırmızı Kedi
İğnelerle yazıların, makaralarla kitapların iç içe geçişinin bir mazisi var bu romanda.

Mahalle arasında kutu gibi bir eve kapandığım, bolca iç sıkıntısıyla yaşadığım günlerden birinde yağmur havası almak için dışarı çıkıp dar sokaklarda yürürken bir terzi dükkanına denk gelmiştim; terzinin vitrinindeki renk renk makaralar içimi açmıştı. Beş altı yıl öncesine ait defterimde hâlâ durur o günün notu: “Mahalle terzisinin vitrinindeki makaralar, tüm mahalleyi oyalar,” diye yazmışım çocukça bir keşifle. Kısacık bir an için olsa da beni oyalamış o dükkan. Türlü renklerde makaralar, kumaşlar, düğmeler; çeşit çeşit iğneler, yüksükler, sabunlar... 


Hüsnü Arkan’ın son romanı Gülhisarlı Terziler’deki terzi dükkanında ise tüm bunlara ek olarak raflar dolusu kitap da var. Gülhisarlı terzilerin alametifarikası ve hikayesi biraz da bu. Terzi dükkanındaki raflar dolusu kitaplar masalsı gelebilir kulağa,  “hikaye bu ya” dedirtebilir ilk bakışta ama öyle düşünülmemeli; çünkü terziler, gerçek hayatta da başka başka dünyaları mümkün kılabilirler.


Gülhisarlı Terziler, Ayhan Demir’in yaşamından ve “düşünceler”inden kesitlerle başlıyor. Ayhan, Gülhisar’da, baba tarafından aile yadigarı bir otelde (Ilıca Otel) doğuyor. Babaannesi, dedesi, annesi, teyzesi var o çocukluk yıllarında hayatında ama babası yok, henüz Ayhan doğmamışken bırakıp gitmiş onları. Ayhan babasını arıyor ve onu bulmak üzere Berlin’e gitmeyi kafasına koyuyor. Elindeki tek adresi de, yıllar önce, henüz kendisi daha doğmamışken gelen bir mektuptan alıyor. Sığınmacı olma niyetiyle, arkadaşı Dilaver’le birlikte düşüyorlar yola ve Berlin macerası başlıyor. Dolayısıyla bir tarafta Berlin günlerini okuyoruz, bir tarafta da Gülhisar’da geçen zamanı.


Farklı mekanların yanı sıra, farklı sesler de mevcut Gülhisarlı Terziler’de. Ayhan Demir’in şimdiki zamanını, “bugünleri”ni birlikte geçirdiği insanların seslerini zaten doğrudan duyuyoruz, ama başka sesler de var; günlüklerden, anılardan, defterlerden çıkıp gelen sesler... En açık ve yalın haliyle, ilk sayfalarda şöyle anlatılıyor Ayhan Demir’in bugünü: “Ayhan Demir’in herhangi bir işi yok. Yıllardır kitap okumaktan, hobi olarak da dikiş dikmekten başka bir şey yapmıyor. Çevresi üç kişiden ibaret; teyzesi Günnur Hanım, Perihan ve Nedim Usta.” Bu tarife şunu da ekleyebiliriz: Ayhan ortaokul yıllarında, Gülhisar’ın usta terzisinin, kitaplarla dolu o terzi dükkanında çıraklık yapmış. Annesi ve teyzesi de terzi. Yani o, “eskiden terzi” olanlardan. 


İlk bakışta Ayhan Demir’de odaklanacakmış gibi görünse de bütün bu insanların hikayesi anlatılıyor aslında romanda. Ayhan, çevresindeki o üç kişiyle (teyzesi Günnur Hanım, ustası Nedim Bey ve Perihan) beraber, “dört kişilik bir sayılar kümesi oluşturdukları”nı düşünüyor bazen. Bu dördü, okuduklarını, yazdıklarını ve diktiklerini konuşuyorlar. Nedim Usta bir tür kitap kulübü olarak da görüyor kitaplarla ortak ilişki kurmalarını. Aslında aynı zamanda bir tür dikiş kulübü. İğnelerle yazıların, makaralarla kitapların iç içe geçişinin bir mazisi var bu romanda. Bu mazi de Nedim Usta’nın ustası olan, “Gülhisar Terzisi” tabelasının ardındaki kitap dolu dükkanda oturan Terzi Lütfü Bey ile ilişkileniyor ve Lütfü Bey’in hikayesi biraz uzaklara uzanıyor.


“İnsanın çekirdeğinde ne var?”

 

Kendi defterlerinde yazdığına göre Lütfü Usta, “terziliği İstanbul’da, Hilmi Bey’in himayesinde” öğrenmiştir. Dolayısıyla işi vicdanıyla yapmayı, uyduruk iş yapmamayı ve tüm incelikleri ona borçludur. Bugün Gülhisar’daki terzi dükkanını dolduran ansiklopedi ve kitapların kaynağı da odur. İşin aslı, denebilir ki Gülhisar’daki ufak dönüşümleri sağlayan, ustaların ustası Hilmi Bey’dir. İstanbul’da onun yanında yetişen Gülhisar terzisi Lütfü Usta, defterinde sayfalarca anlatır onu. Bu defter inceliklerle, edebiyatla, dikişle, zanaatla, insanla doludur. Terziliği iyi bildiği gibi, iyi de anlatır: “Terzilere yolu düşen bütün insanların ikbal arzu ettiklerini iyi terzilerin hepsi bilir. Ama ne o insanlar ikbal arzu ederler, ne de o terziler bu arzuyu yüzlerine vururlar. Halbuki o yüzler ne olağanüstü hikâyeler anlatırlar… İstisnasız her biri birer roman kahramanıdır. Durmadan yukarı çıkmak isterler. Durmadan aşağı inerler. (…) Elbise dikmek kolay değildir. Ama bir elbisenin içinde olmak da kolay değildir.” Bir başka satırda şöyle sorar Hilmi Bey: “İnsanın çekirdeğinde ne var? Edebiyat, hep bunu anlamamıza yardım eder. Bunca sene kitap okudum, biriktirdim, dükkânımı çocuklara, gençlere açtım. Niye? O çekirdeğe vasıl olup içlerinde ne olduğunu anlasınlar diye.”


İşte Gülhisarlı Terziler’in hikayesinin çekirdeğinde de ustaların ustası, Gülhisar terzisinin gizli ustası Hilmi Bey vardır. Ve anlatı başlar: Gülhisarlı terziler mezuralar, yüksükler, makaslar, makaralar, kitaplarla, kitapların sırrıyla, eski defterlerle, şiirle çıkagelirler… “oyulmuş yakalar, kolevlerinden arta kalanlar/ vatka pamukları, verevine şeritler, kopçalar/ düğmeler, ilikler/ iplik döküntüleri, kumaş parçaları,/ karanlık akşamüstleri ve sabahlar,/ dükkân tabelâları kartvizitler…”le. (“Terziler Geldiler”, Turgut Uyar)

 

 

 

* Haydar Ergülen'in "Eskiden Terzi" şiirinden esinle...

 


 

 

 

Görsel: Cihan Dağ

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.