Kitapların, işaret ettikleri dönemi aydınlatan ve –kurmaca bir yapı içinde olsa da– toplumsal olayları, onların yankılarını ve bireyler üzerindeki etkilerini kayda geçiren ve geleceğe taşıyan bir değeri var. Geçmişte ya da bugünde, yazarların karakterler maharetiyle neredeyse bir laboratuvar yaratarak ve kuşkusuz kendi dürbünlerinden bakarak anlattıkları her bir hikaye, bu açıdan tarihi birer belge özelliği taşıyor. Elbette her yazarın ve her kitabın taşımayı başarabildiği bir değer değil bu. Ki, böyle bir kıymete sahip olmak tek başına bir eseri “iyi” yapan özelliklerden biri: Karakteriyle, atmosferiyle, diyaloglarıyla, okurun zihninde çizdiği resimlerle, hâkim duygusuyla vs bir dönemin haletiruhiyesini taşımak ve yaratılan gerçekliğe eser boyunca sadık kalmak. Edebiyat tarihi bu özelliği gururla taşıyan müthiş eserlerle dolu; hem Türkçede hem yabancı dillerde üretilmiş sayısız roman ya da öykü, devletlerin imzasını taşıyan resmi tarihin kaydetmekten sakındığı ve günün sonunda kaydedemediği ne çok şeyi, yıllar sonra gün yüzüne çıkarması ve anlatılmayanı anlatmasıyla okur kalbimizde özel bir yere sahip. Bu özel kitaplar bu açıdan bana hep birer zaman kapsülü gibi geliyor, tarihin bir anını (önemli ya da değil, sadece birilerinin hayatında küçücük de iz bırakması yeterli) nadide bir çiçek gibi sakladıkları için.
Tarih akmaya devam ediyor ve her nesil onun kaydını tutmak üzere kendi yazarlarını yetiştiriyor. Hem yaşım hem de mesleki eğilimlerim itibariyle, son yıllarda hem Türkiye’de hem de dünyada ilk kez sesini duyurmuş çok sayıda “iyi” yazar dikkatimi çekiyor. Benimle aşağı yukarı aynı yıllarda çocuk olmuş ve bugün dünyanın güncel hikayesini anlatmaya koyulmuş bu yeni nesil yazarlara –biraz ağrılarım ortak ve eş zamanlı olduğu için, biraz da çağdaşım oldukları için– büyük yakınlık ve hayranlık besliyorum. Tek tek saymak imkansız ama Türkçeye çevrilenler içinde yakın zamanda okuduğum Şilili Alejandro Zambra, Meksikalı Valeria Luiselli veyahut Norveçli Kjersti Skomsvold aklıma ilk gelenler arasında. Bu üç genç yazar, yazdıkları kitaplarla şimdiden yarına kalacaklar arasında bence... En çok da zamanın ruhunu iyi anladıkları; bizzat yaşadıkları veyahut etkisi altında kaldıkları bir döneme dair samimi, cesur ve alçakgönüllü hikayeler anlattıkları için... Ve bunu yaparak bir kuşağın sesi oldukları için. Yakın zamanda benzer bir yazarla daha yolum kesişti: Yiyun Li. Domingo’dan çıkan öykü kitabı Bin Yıllık Dua’yı bitirdiğimde, Türkçeye bir on yıl kadar geç çevrilmiş olsa da, bundan böyle takipçisi olacağım bir yazarla tanıştığıma emindim.
Yiyun Li, Pekin’de doğup büyümüş; 1996 yılında, yirmi dört yaşındayken immünoloji alanında akademik kariyer yapmak üzere Amerika’ya göç etmiş, yazarlığa da bir yazarlık atölyesiyle başlamış. Bugüne kadar yirmiden fazla dile çevrilen Li, Bin Yıllık Dua ile aldığı “Guardian İlk Kitap Ödülü” gibi çok sayıda önemli ödülün sahibi. Granta tarafından 35 yaş altı en iyi Amerikalı yazarlar arasında, New Yorker tarafından ise 40 yaş altı izlenmeye değer yirmi Amerikalı yazar arasında gösterilmiş. Bugün hâlâ California’da yaşıyor ve California Üniversitesi’nde yazarlık dersleri veriyor.
“Ben anlatıyorum, isteyen kulak versin”
Bin Yıllık Dua, Çin’de ve Amerika’daki Çin asıllı Amerikalılar arasında geçen on zengin öyküden oluşuyor. Komünizmin ve sonrasındaki gelişmelerin bir toplum üzerindeki hem kolektif hem de bireysel etkilerini, birbirinden çok farklı karakterler üzerinden anlatan öyküler, devrimden bu yana yaşanan dönüşümü içten bir bakış açısı ve epey sert bir dürüstlükle ele alıyor. Politik olanı, tarihsel ve kişisel olanla yumuşacık harmanlayan yazar, böylesi büyük bir toplumsal değişimin insanın “küçük” dünyasındaki yansımalarını anlatırken, tarihin kırıp döktüğü hayatlarda geziyor. Bir halkın kolektif belleğinde hâlâ gezinen hayaletleri dürtüyor, sadece onların değil tüm insanlığın varoluşsal sıkıntılarını kanırtıyor, geleceğe dair umudumuz kaldı mı diye soruyor ve her bir öykünün küçük ama büyük dünyasında bizi eskiyle yeni arasında sıkışmış bir karakterin derin çaresizliğiyle tanıştırıyor.
Li’nin genç yaşta Çin’den Amerika’ya göç etmiş ve orada yeni bir hayata başlamış bir yazar olması, kuşkusuz öykülere yeni bir bakış açısı katıyor: Li yüzleştiği eski dünyaya, eski Çin’e artık okyanusun öbür yakasından bakma fırsatını yakalıyor ve bu uzak bakış onun metnine bir özgürlük kazandırıyor. Bir çeşit hesaplaşma olarak nitelemekten geri durmayacağım bu öyküler, muhtemelen en çok da yazarın yeni konumu vesilesiyle alabildiğine ferah, yalın, yüksüz ve iddiasızlar. Taşıması ağır bir sürü şey anlatıyor Li, ama bunu okurun koluna yapışıp yapmıyor, acımıyor, acındırmıyor, daha ziyade, “ben anlatıyorum, isteyen kulak versin,” diyor.
Bu “uzak bakış”ı destekleyen bir bilgi daha var Li’ye dair: Yazar anadilinde değil, İngilizcede yazmayı tercih ediyor. Bir söyleşisinde İngilizce yazmanın kendisi için son derece özgürleştirici olduğunu söylemiş Li: “Çince yazıyor olsaydım hem siyasi hem de kültürel baskı nedeniyle bilinçli olarak baskılayacağım şeyleri İngilizcede özgürce yazıyorum.” Kimi Amerikalı eleştirmenler de Li’nin anadili Çince biri olarak İngilizce yazmasının ve bu sayede İngilizceye Amerikalı editörler tarafından çevrilmemesinin –bu haliyle metinleri bazı dil kusurları içerse de– ona ayırt edici bir özellik kazandırdığını belirtiyor.
Bir son söz yerine çağdaşı Michel Faber’in Yiyun Li hakkındaki yorumunu da şuraya bırakıyorum: “Yiyun gerçekten iyi bir yazar olabilmek için hayatın çözümsüz gizemlerine yönelik yeteneği, vizyonu ve saygısı olan bir yazar. Onun metinlerinin özünde acayip bir şey var; ve bu acayip şey Çin’i aşıyor, kökleri yazarın bizzat içindeki dünyaya dayanıyor.”
Görsel: Muhammed Ali Üzen
Yeni yorum gönder