Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Eve dönmenin iki yolu



Toplam oy: 182
Karl Ove Knausgaard, Fredrik Ekelund // Haydar Şahin
Monokl
Bu mektuplarda “epey bir çekicilik, epey bir alan ve epey bir zaman var”...

Geçtiğimiz yüzyılda yaşamış herkesin bir Dünya Kupası anısı olduğunu varsayabilir miyiz? En güzel ve bununla birlikte mutlak küreselliğe en yakın oyun olmakla övünen, kürenin her noktasına nüfuz ettiğinden emin görünen futbolun dört yılda bir tertiplenen görkemli seyirliğinden bahsediyorum. Öyle olmasa bile, en azından bu kürenin futbolu seven coğrafyalarında, futbolu severek büyümüş olanlarımızın kişisel tarihlerini işaretlemenin –saplantılı ama aynı derecede incelikli olmayan– bir yolu olarak iş görebilir Dünya Kupaları. Eskinin kaşiflerinin, girdikleri mağarada geri dönüş yolunu bulmak için arkalarında bıraktıkları küçük taşlar olarak düşünebiliriz onları. Final maçını hayal meyal hatırladığınız, bir bakıma “erken yakalandığınız” bir kupa vardır çoğu zaman. Bir de neredeyse dini bir adanmışlıkla takip ettiğiniz ve ileride futbola dair hislerinizi onun üzerinden tanımlayacağınız bir kupa. Çocukluğun orta yerinde duran esaslı bir taş, güçlü bir referans noktası. Büyük bir sınava hazırlanırken ya da hesapta olmayan başka bir meşguliyet içerisindeyken, ancak yan gözle izleyebildiğiniz bir kupa da olur. Babanızla birlikte seyrettiğiniz yarı final maçıyla zihninize kazınan bir kupa ve bir boşanmanın gölgesinde geçen bir başkası... Bunlar, otuz yıllık ömrümde –ve her defasında Türkiye’de– karşıladığım Dünya Kupaları ile ilişkilendirdiğim bazı kodlar. Ve bu kodların tümüne, iki yazarın, Karl Ove Knausgaard ile Fredrik Ekelund’un, en az Kuzey Işıkları kadar uzak ve fantastik görünen gerçeklikleri içinde –birinde değilse ötekinde– rastlayabiliyorum.


Knausgaard, ismini duymuş olabileceğiniz bir yazar; Ekelund, ismini muhtemelen duymadığınız bir yazar. Brezilya futbol tarihi hakkında yazan en popüler ikinci İsveçli olması, onu Knausgaard için ideal mektup arkadaşı yapmaya yetiyor. Evdeyken Deplasmanda, kupayı yerinde takip eden (aynı zamanda 2014 öncesinde Rio’yu efsanevi futbolcu Garrincha’nın İsveçli oğluyla epeyce turlamış, şehrin hemen her mahallesinde çalacak birkaç kapısı olan) Ekelund ile o yazı çoğunlukla Güney İsveç kırsalındaki altı nüfuslu evinde geçiren Knausgaard arasındaki mektuplaşmalardan mürekkep bir kitap.

 

 

Dört yıl önce oynanmış ve bitmiş birtakım maçlar etrafına kurulu bu metinlere canlılık/tazelik veren şeyin ne olduğunu soruyorum kendime. İlk olarak, Knausgaard ve Ekelund’un futbol üzerine yazan entelektüellerin sık düştükleri bir hatadan kaçındıklarını fark ediyorum. Nostaljiye teslim olmayı reddediyorlar. Evet, Karl Ove’nin Norveç’te geçen çocukluğu sırasında ulusal lig maçları televizyondan yayınlanmadığı için İngiliz futboluna ve Liverpool’a kendini kaptırdığını bu kitaptan öğreniyoruz. Sonra IK Start’ın 1980’deki şampiyonluğunu babası ve kardeşiyle sahaya girerek kutladıkları günü okuyoruz. (İlerideki sayfalarda rastladığımız bir baba, Kavgam serisini okumuş olanlara daha tanıdık gelecek: Kendisi maçı numaralı tribünden izlerken, çocukları için açık tribünden bilet alan bir baba.) Arada sırada, futbolcu olmayı düşleyen bir çocuk olan Fredrik’i ya da taksisinde ağırladığı Bosse Larsson’un hatırasını ziyaret ediyoruz. Ancak meselenin kalbinde, şimdi ve burada, Brezilya’nın çeşitli çim sahalarında oynanmakta olan futbol maçları var. Ve Fredrik’in Brezilyalı arkadaşlarıyla yaptığı başka maçlar, kendi deyişiyle “bossa nova futbolu.” En sonunda cebimizde 2018’i, Rusya’daki kupayı anıştıran bir şeyler bile buluyoruz. Fredrik’in bu yaz boyunca çok konuşulan VAR (video yardımcı hakem) uygulamasını destekleyeceğini biliyoruz örneğin. Teyit almamız mümkün olmasa bile, futbola dair en insicamlı metinlerden bazılarını yazan Ulus Baker’in bundan nefret edeceğini bildiğimiz gibi biliyoruz. Messi’yi, Iniesta’yı, Neymar’ı okuyoruz. Televizyonda onları izlerken, televizyonda onları izleyen başka adamların neler yazdığını okuyoruz, daha doğrusu. Ve bugüne bağlanmakta güçlük çekmiyoruz.



“Ciddiyet karşıtı, anlam karşıtı, entelektüellik karşıtı” oyun


“Kök salma” ve “kökünden sökülme.” Felsefeci ve dilbilimci Barbara Cassin, Vergilius’un kahramanı Aeneas’tan bahsetmeden önce, nostaljinin bu iki kavram üzerine kurulu olduğu önermesinde bulunur. (Nostalji: İnsan Ne Zaman Evindedir?, Kolektif Kitap, 2018) Odysseus için bir gezinti ve dönüş olanın, Aeneas için bir kaçış ve sürgün olduğunu söyler. Aeneas’ın eve (ya da kökene) dönmesi, ancak bu sürgünle mümkün olacaktır. (Ev Hesperia’dır, yani Knausgaard’un favori futbol ülkesi İtalya!) Knausgaard ve Ekelund, nostaljiye teslim olmayı reddederken, bu kadim oyunda bir nostalji ikamesi buluyorlar. Knausgaard’un sözcükleriyle, bu “ciddiyet karşıtı, anlam karşıtı, entelektüellik karşıtı” oyun, onları aynı akıntıya getirip bırakıyor. Eve dönmek üzere.

Knausgaard’un son-rock-yıldızı-edebiyatçı olarak bulduğu şöhreti kutlamaya meyledenler dahi, ona çoğunlukla “sıradanlığın, uçucu, bayağı ya da yüzer gezer şeylerin yazarı” sıfatını atfettiler. Eşlik eden bir tür örtük tahkirle elbette. Aynı bakış açısından, Knausgaard’un nihayet futbol hakkında, yani “kitleler üzerindeki tesir gücü yüksek şu bayağılık” hakkında bir kitap yayımlamış olması doğal karşılanabilir. Knausgaard ve Ekelund, Dünya Kupası’na koşut ilerleyen müşterek sürgünlerinin sonunda, dört adımda bir bırakılmış bütün küçük taşları toplayıp mağarayı terk ettiklerinde, bu kitabın bundan ibaret olmadığını düşünüyorum. Knausgaard’un Tomas Tranströmer şiirlerinden söz ederken söylediği gibi, bence bu mektuplarda “epey bir çekicilik, epey bir alan ve epey bir zaman var.” Bir anlama uğramıyormuş gibi görünürken, aslında bir anlamla buluşmak –var olan bir yer ve zaman duygusuna anlam vermek– üzere kuluçkaya yattıklarından şüphelendiğim cümleler yazıyorlar birbirlerine. Sonra İsveç’te bir bebek ağlıyor ya da Brezilya’da bir barın kapısından içeri gerçekten güzel bir kadın giriyor; kafalarını kaldırıp ekrana bakıyorlar ve mektuplarına geri dönüyorlar: “Kosta Rika üçledi, 3-1! Vay be.”

 

 

 


 

 

 

Görsel: Muhammed Ali Üzen

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.