Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Ezeli mağlubiyetin yeni biçimleri



Toplam oy: 195
Nefaset Lokantası yalnız Salih’in hikâyesiyle değil, bu lokantanın bir araya getirdiği insanların da hikâyeleriyle var oluyor. Salih’in öksüzlüğünde bize tanıdık gelen, sahici bir hikâye gizli: İkinci eşlerin, kumaların çocuklarının hüzünlü hikâyesi.

1970’lerde Tutunamayanlar yayımlandığında edebiyat kamuoyunda derin bir sessizlikle karşılanmıştı. Bunun nedenleri epeyce tartışıldı ancak şurasını hatırlatmakta fayda var: Kalbi bu dünya için fazla hassas olanların sayıca artıp toplumda daha görünür olduğu dönemler ile Oğuz Atay’ın kitabının tanınıp bilinirliği arasında doğrudan bir ilişki var. Nasıl ki Genç Werther yazıldığı dönemde yalnızca Almanca konuşan dünyada değil, tüm Avrupa’da yükselen bir ruh halini, bir varoluş biçimini temsil ettiği için milyonlar tarafından okunup benimsendiyse; Selim Işık da topluma yabancılaşan, dünyanın gailesini değil de hayatın gerçeğini arzulayan gençlerin kendilerini bulduğu bir karakter, Tutunamayanlar da sığınılacak bir liman olmuştu. Genç Werther yeni insanın hal-i pür melalini şerh ederken, aynı ruh halini Selim Işık yüz yıl kadar sonrasından seslendiriyordu.

Cioran’la metafizik bir vatansızlık hali, mağlup olmaya yazgılı bir hayatın adını koyarak halimizi bize yakın kılmıştık. Akabinde ise Nurdan Gürbilek bu halin edebiyattaki iz düşümlerini takip etmişti. Gördük ki tutunamamak bir hal olarak baki kalsa da tutunamamanın biçimleri değişiyor. Bugün artık gündelik hayat, siyaset, ideolojiler ve tüm bunların üzerindeki varoluş sancısı tarafından sıkıştırılan insanlar artık arada kalma hali yerine kaçıp gitmeyi düşünür oldular.
Başka ülkeye gitmek isteyen beyaz yakalılar

Bu izahat ışığında, halihazırda içinde bulunduğumuz çağa hâkim olan ruhu, biraz da arabeskleştirerek söylersek “gidelim buralardan” şeklinde ifade etmek mümkün. Beyaz yakalılar için bu, son birkaç yıla kadar şehirden kırsala, keşmekeşten sakinliğe, maddeden manaya göç etmek anlamlarına geliyordu. Şimdilerde ise, girdiğiniz her ortamda başka ülkelere, başka iklimlere gitmek isteyen insanların hayallerine, planlarına, serzenişlerine rast geliyorsunuz. Kafeleri, siyaseti, sosyal medyayı, odaları ve sofraları doldurup anlam atmosferimizde yer kaplayan bu konunun edebiyata sızmaması da mümkün değil elbette. Doğrusu da böyledir aslında, edebi eser toplumdaki bir fenomene karşılık geldiğinde çokça okunup sevilir. Zira insanlar onda kendilerini bulmaya, kendilerini aynalamaya, kendi göğüslerini yarıp açmadan da kalplerinden geçeni okumanın konforunu bulurlar. İşte Cioran’dan ödünç alarak ifade edersek bu ezeli mağlubiyetin kendini kaçıp gitme şeklinde gösteren yeni biçimini Tuğba Doğan’ın yeni romanı Nefaset Lokantası’nda, romanın başkahramanı Salih’te buluyoruz.
Diğer yandan, Nefaset Lokantası’ndaki gitme motifi, Melisa Kesmez’in geçtiğimiz yıl yayımlanan Nohut Oda’sında gördüğümüz gitme haliyle ruh akrabalığı içinde. Sırf bunun üzerinden bile bir edebiyat sosyolojisi yapmak mümkün esasında. Salih, ezeli mağlubiyetin bu topraklardaki şu sıralar aldığı şekli, kuşandığı yeni biçimi ifade ettiği için, edebiyat atmosferinde Selim Işık gibi zamanından önce değil tam da yaşanırken zuhur etmekte. Tam da bunun için güçlü bir karakter olarak çok sevilip, okur nezdinde karşılık bulacağını öngörüyorum. O nedenle de merakla bekleyeceğim okurların tepkilerini.
“Kendine sebep arayan keder”

Peki, Salih kimdir? Romanımızın başkahramanı Salih, işsiz kalmış bir gazetecidir. Hayatta tam da kendini bir yere ait hissettiğinde; bir kadına âşık olduğunda sevdiği kadının, yani Nihan’ın intihar mektubuyla sarsılmış bir adam. Çocukluğu ise yetimlik ve öksüzlükle, yersiz yurtsuzlukla yaralı. Salih bu halden, buralardan gitmek istiyor, bileti cebinde fakat aksilikler bir türlü yakasını bırakmadığından gidemiyor. “Salih’in yaşadığı toprakta gitmekten bahsetmek bir var olma biçimine, bir kimliğe dönüşeli çok olmuştu, onun da kendini içine dahil edebildiği en geniş toplumsal kalabalık işte bu gitmekten bahsedenlerin oluşturduğuydu.” Alıntıdan da anlaşıldığı gibi Salih yalnız olmasa da tam bir kaybeden ya da nam-ı diğer ezeli mağlup.
Tuğba Doğan, romanın akışı içerisinde Salih’in perspektifinden çıkarak, Salih’in iç sesini konuşturuyor. Aslında bu Salih’in değil, Salih’in içinden konuşan dışarının sesi. Salih’in dünyaya öznel bakışına karşın dışarıdan, nesnel bir bakış. Kötücül değil, gerçekçi. Salih’in cüce adını verdiği bu ses Salih için “Senin içinde kendine sebep arayan bir keder vardı başından beri… Sende iyileşme arzusu yok. Hastalık ihtiyacı var,” diyor. Mağlubiyet halini, bu ruhu ifade etmede çok başarılı cümleler. Romanın genelinde de bu hava hissediliyor. Salih başarıyla çizilmiş, derinden hissedilmiş ve çok çok iyi ifade edilmiş bir karakter. Roman gücünü Salih’in ruh halini başarıyla ifade etmesine ek olarak, cüce adı verilen bu rasyonel aklın, kalabalığın, var olma kaygısı değil de hayat gailesi çekenlerin sesini yankılamasından alıyor bence. Salih’in kaybetmeye yazgılı halinin sağlamasını bu cücenin bakışıyla okurken oluşan karşıtlık bu karakteri daha sahici ve inanılır kılıyor. Nefaset Lokantası yalnız Salih’in hikayesiyle değil, bu lokantanın bir araya getirdiği insanların da hikayeleriyle var oluyor. Lokantanın sahibesi Afitap Hanım otoriter ama anaç, neyi nereye koyması gerektiğini bilen, hayattan lezzet almayı bilen bir karakter. Salih’in sevgilisi tiyatro oyuncusu Nihan ise dokunduğu şeyi başkalaştırıp güzelleştiren insanlardan biri. Salih ise bu romanda Nihan’ın intiharı ile Afitap Hanım’ın ani ölümüyle yüzleşmeye, başa çıkmaya çalışıyor. Öksüz ve yetim büyüyen, kendini bir yere ait hissedemeyen bu karakterin hayatına girip, oraya yerleşip, lezzetini ve rayihasını katıp sonra aniden çıkıvermeleri, tam da bir tutunamayanın başına gelecek cinsten. Salih’in öksüzlüğünde de bize tanıdık gelen, sahici bir hikâye gizli: İkinci eşlerin, kumaların çocuklarının hüzünlü hikâyesi. Romanın diğer karakterlerinin hikâyeleri de sahici ve samimi bir şekilde kurulmuş. Tüm bu yönleriyle Nefaset Lokantası’nda bir akşam yemeğini tüm edebiyatseverler hak ediyor diye düşünüyorum.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.